24 Kasım 2014 Pazartesi

Çocuktuk, Kıymet Bilemedik


Okul yıllarımda çok sevdiğim, gözünün içine baktığım öğretmenim oldu mu diye düşündüm bugün... Olmamış... Öğrencisin, çocuksun, eğitim sistemi darmadağın, okul deyince aklına hapishane geliyor, tüm bu sirkin başında da öğretmen var... Başlı başına asilik sebebi...

Bakmayın asilik dediğime, asi bir öğrenci olmadım hiçbir zaman. Çok başarılı da değildim ama her zaman saygılıydım, ailem böyle öğretmişti sonuçta... Sevemedim öğretmenlerimi, sevdirmedi sistem...

Şimdi ise geriye dönüp baktığımda hepsi hanımefendi, beyefendi insanlardı. Sabırla, özveriyle bulunurlardı sınıfta... Hepsi baş öğretmenleri Atatürk'ün izinde bireyler yetiştirmek için çaba sarfederlerdi şansıma... Daha şanslıydık eskiden... Öğretmenliğin mecburiyetle, devlet memurluğu kıvamında yapıldığı, üç kuruş maaşla ve nefretle yapılmadığı bir zamanda öğrenci olduk biz...

Şimdi 30 yaşında bir görüşle baktığımda ise muhteşem insanlar görüyorum geçmişimde... Saygıyla ve sevgiyle hatırlıyorum hepsini... Teşekkürler...


21 Kasım 2014 Cuma

Gelmeyin Lütfen, Altın Kalmadı İstanbul'da...


Dün akşam ofisten çıkmamıza aşağı yukarı yarım saat kala birbiri arasında konuşan ve "Aaa yok artık, nasıl gideceğiz eve" şeklinde tartışan sesler yükselmeye başladı. Olayı anlamak için kulak kabarttım. Herkes elinde cep telefonu, açmış İBB Cep Trafik uygulamasını, açık ağızlarla bakıyorlar. Ne oluyor diye sohbete girdim ve olayın aslı anlaşıldı. Aslında İstanbul için çok sıradan olan trafik çilesinin, bir tık daha fazla olması sebebiyleymiş bu şaşkınlık... Sonrasında ofisten çıkarken aşağıdaki ekran görüntülerini çektim telefonumdan. Saat henüz 18.00 olmamışken böyleydi, kim bilir 18.30-19.00 sularında nasıl bir hal aldı... Ayrıca İstanbul dışında olanlar için ufak bir hatırlatma: haritada gördüğünüz bölgeler kısa mesafeler değil ve çalışan İstanbul'luların kullanması gereken yollar, yani mecburiyet... Böyle bir trafik olabilir mi? Böyle trafikli bir şehirde neden ve nasıl yaşıyoruz biz? Akıl sağlığımızı, iş performansımızı nasıl aynı seviye tutmayı başarabiliyoruz? Meşhur İsviçreli bilim adamlarına araştırma konusu olmayız hatta...

                

Ofisteki konuşmalarda "9km uzakta oturuyorum ama iki saatten önce eve varamam ki" cümleleri kuruluyordu. Her gün başetmek zorunda kaldığımız bu zorluklar çekilesi değil aslında. Ancak biz bu şehrin ve sisteminin o kadar içerisinde kalmışız, o kadar mecburuz ki devam etmeye... Bu noktadan sonra elimizi çekip, kaçıp gidemiyoruz... Belki gidebiliriz ama alışmışız bu yorgunluğa. Korkarım ki sakinlik yorar bizi aksi halde...

İstanbul'da yaşamak tam bir delilik... Ne olur gelmeyin daha fazla... Bizler kuşaklardır İstanbul'da doğanlar olarak kaçacak köyümüz yok, memleketimiz burası bizim... Ancak her geçen gün daha çok artan göç sonucunda yaşanmaz hale geldi memleketimiz... Sizler burada çalışıp, emekli olduktan sonra ağaç bahçeli mis gibi köyünüze döneceksiniz ve keyif yapacaksınız. Bizler ise burada, kalabalıkta, pis havada, kazandırdığından çok kaybettirdiği olan sistemin içerisinde kalacağız... Gelmeyin, lütfen... Daha güzel değil buralar. Biliyorum, İstanbul ve diğer büyük şehirler dışında iş imkanları kısıtlı, para yok piyasada. Ancak burada var da ne oluyor? Hayat o kadar pahallı ki bu şehirde... Kazandığımızdan fazlasını harcamak zorunda kalıyoruz çoğu zaman...

Lütfen gelmeyin, taşında toprağında altın kalmadı artık...


19 Kasım 2014 Çarşamba

Kız ve Erkek'ten Haberler


Kızlı Erkekli ve Kedili'nin temposunu son dönemde biraz düşürdüğümü hissediyorum. Yorumlarımı ve severek takip ettiğim blog arkadaşlarımı da ihmal ediyorum... Yılbaşı öncesi sezon olarak o kadar yoğun bir dönemdeyim ki anlatamam. Her iş üzerime üzerime geliyor, haftada üç defa kısa da olsa yazı yazıp buralardan hemen kaçmaktan başka bir ekstra vaktim malesef ki olmuyor. Son dönemde hep aynı bahaneler, haklısınız, toparlanacağım. Peki Kızlı Erkekli Kedili'nin Kız ve Erkeği neler yapıyor son zamanlarda?

Kız ve Erkek olarak keyfimiz gayet yerinde ve günlük hayatımızın koşuşturmacaları, rutinleri aynen devam. Onun dışında değişen mevsime aldırmaksızın bisikletlerimizle beraber her haftasonu Belgrad Ormanı'na gittik; uzun keyifler, güzel sürüşler yaptık. Hem fiziksel, hem de zihinsel bir terapi oluyor bizim için...  Ancak artık son hafta ile beraber yağmurlar başlayınca bu programımızı malesef ki uygulayamıyoruz ve hafif hafif kapalı alanlara girmeye başlıyoruz. Olsun şikayetçi değiliz hiç... Kış boyunca izlenecek güzel filmler, içilecek demli çaylar, güzel arkadaş ve sohbetleri, oynanacak oyunlar, bol bol kedili kucaklaşmalar var önümüzdeki aylar boyunca. Sonrasında yine ışıl ışıl gökyüzü, mis kokulu ağaçlar ve limonata havalar gelecek. O zamana kadar şarj olmak ve o ilk bahar kokusunu duyunca sokağa çıkmaya hazır hale gelmek gerekiyor.

Bunlar dışında sağlıklı beslenme ve etsiz hayat konusunda aynen devam. Sanırım son 3-4 aydır (tarihleri karıştırmayayım, kabaca diyeyim) evimize makarna, yulaf, pirinç, baklagil dışında paketlenmiş bir fabrika ürünü almıyoruz. Tabiki her ev gibi çay, zeytinyağı gibi yan ürünleri paketli almaya devam ediyoruz. Temel besinimiz çiğ sebze, pişmiş sebze, baklagil ve bol bol bol meyve. Sütümüz, yoğurdumuz ve peynirimiz için Sütçü isminde çiğ süt ve ev yapımı yoğurt, peynir satan bir dükkan bulduk ve oradan alıyoruz. Bu sayede fabrika gibi üretimi olmayan, hayvanlara makinelerle işkence etmeyen bir sistemin halkası olduk, çok mutluyuz. Tabiki marketteki yapay ürünlere göre fiyatları biraz daha pahallı ama kalitesi karşısında solda sıfır kalıyor. Taze çiğ sütte tek bir problemimiz var ki son kullanma tarihi iki gün içerisinde oluyor. Alışık değil bünyemiz, arada dolapta unutulabiliyor, bir bakmışsın tarihi geçmiş :) Biz alışmışız bir ay açık kalsa da bozulmayan sütlere... Ne bu canım, hemen bozuluyor, cık cık cık cık :) Ayrıca tüm bu süreçte sütü aldıktan sonra kaynatmayı öğrendim. Taşırmayı, aktarırken kepçeyle sıcak sütü elime döküp yakmayı da öğrendim tabiki... Ahh bir de unutmadan, annemin ekmek yapma makinesini ödünç aldık ki kullanabiliyor muyuz, beğeniyor muyuz, almalı mıyız diye karar vermek için. Kullanıyoruz, alacağız, bayıldık! Bir aydır mis gibi ev ekmeği yiyiyoruz, çok mutluyuz. Laf aramızda henüz iade etmedik makineyi, rehin tutuyoruz :)

Velhasıl hayat bize zarif davranmaya, biz de onun bize getirdiklerine sakin ve pozitif yaklaşmaya devam ediyoruz. Şuan güzel bir dengede, mutlu bir şekilde geçiniyoruz hayatla.

Kız ve Erkek'te durumlar böyle...

Son olarak da Hürriyet Bumerang Blog Ödülleri oylamalarının 20 Kasım Perşembe günü 16.30'da sona erdiğini hatırlatmak istiyorum. Aday olan ve beğenerek takip ettiğiniz bloglara oy vermek için son şansınız ♥ Biliyorsunuz ki Kızlı Erkekli Kedili de bu yıl En İyi Çıkış Yapan blog kategorisinde aday. Eğer ki son gün şansınızı benden yana kullanmak isterseniz, aşağıdaki kutucuğu kullanabilirsiniz.


17 Kasım 2014 Pazartesi

Cennet Vaatlerine İhtiyacım Yok


HAYTAP'ın Facebook sayfasında paylaştığı bir söz çok hoşuma gitti. Kaynağını bilmiyorum ama söz şöyle: "Akıllı bir insanın iyilik yapmanın erdemini görebilmesi için cennet vaatlerine ihtiyacı yoktur." Ne kadar doğru ve güzel bir söz, değil mi?

Benim gözümde iyilik yapmak, ihtiyaç sahibine yardım kadar, insanın kendisine de iyi gelen bir şey... İnsan kendini iyi hissediyor, hayattaki varlığının bir kanıtı oluyor... Bir insana, hayvana, ağaca yardım ettiğinizde kendinizi işe yaramış, mutlu ve huzurlu hissediyorsunuz. Bu mutluluk ve huzurun ise cennetle, sevapla hiç alakası yok... Bilinçli ve akıllı insan, cennete gidebilmek için iyilik yapmaz. Yaptığı iyiliğin ilk önce kendisine, karşısındakine, topluma, kişisel huzuruna ve yaşam varlığına kattıklarını görür ve bunlar için iyilik yapar... Düşünmez bile bunları, sadece sonuçlarını farkeder...

Cennete gidebilmek için kendilerince belirledikleri sevap düzeyini tutturmaya çalışan insanların ise yaptığı şey tamamen pazarlıktır... Kim, kimle pazarlık ediyor... Madem inandığın varlık-güç (adını ne koyuyorsan) bu kadar büyük ise, senin bu küçük insancıl hesapların ve pazarlıkların karşısında nasıl düşünür? Aksine seni kötü bir insan yapmaz mı bu hesaplı iyiliklerin? 

Özünde konuyu bağlayacağım ve bu Pazartesi gününde bu satırları okuyan herkese iyilik yapmanın huzurunu, mutluluğunu hatırlatmak istiyorum. Hem kendinize, hem de ihtiyaç sahiplerine mutluluk verin, huzur verin, destek verin. Sonunda göreceksiniz ki onlara yardım ettiğiniz kadar ya da daha çok bir oranda kendinize de yardım etmiş olacaksınız. 





14 Kasım 2014 Cuma

Kazık Kadar Hanımlar-Beyler Serviste

İstanbul'da hepimizin bildiği, son dönemde de gündeme gelmiş olan bir "servis" sorunu var. Servis deyince yanlış anlaşılmasın, çocuk servisi değil. Kazık kadar adamları, kadınları, tonla para aldıkları işyerlerine götürmek için tahsis edilmiş servislerden bahsediyorum. Kazık kadar dediğimde de ciddiyim, yeri geliyor 50 yaşındaki müdürler de servis bekliyor oluyorlar. Ancak servisin arkasında "Okul Taşıtı" yazıyor. Büyüyemeyen milletiz diyorum işte...

"Toplu taşımanın kötüsü mü olur?" diye bir yanılgıya düşülebiliyor bu konuda. "Aynı iş yerine giden 20 küsür kişi, tek arabayla gidiyor. Servis olmasa 20 araba daha çıkacak onun yerine. Bundan daha iyi bir katkı olabilir mi? Saçmalıyorsun." da diyor olabilirsiniz. Bu konunun iki yönü de tabiki tartışmaya açık. Ancak bizim gözümüzde, yetişkin servisleri çok büyük problem. Sabahları metro ve çevresinde, çevreyolu bağlantılarında, ana yollarda, sırf bu servisler yüzünden deli gibi trafik oluyor. Trafiğin sebebi hem çok sayıda olmaları, hem de fütursuzca gönüllerinin çektiği yerde durmaları, çift sıra parketmeleri, 40 yaşındaki kazık kadar adamı tam metronun girişinin önünden alabilmek için gittiği şeritte zort diye durmaları... Bunlar öyle uzatılabilir ki...

En azından otobüslerin durakları var ve öyle kafasına estiği yerde, zamanda duramıyor. Ancak servisler öyle değil... Hoop duruyor, hoop kalkıyor... İçerisinde uyuyan, gözündeki çapakları bile henüz temizlemeye vakit bulamamış, 30 yaş ve üstü insanlar...

Ne olacak, kaldırılsın mı servisler? Kesinlikle kaldırılmalı bence... Ancak İstanbul'daki mevcut toplu taşıma sisteminin yetmeyeceği aşikar. O zaman boğaz hattını yeniden vapurlarla, deniz otobüsleriyle, motorlarla aktif hale getirseniz de günde iki sefer değil, yarım saatte bir kaldırsanız? Yahut  otobüs seferleri arttırılsa? Üçüncü köprü yapılıncaya kadar, metro ağı genişletilse? Hem de hızlıca... Bu sayede servisle giden yetişkinler de yaşlarının gereğini yaparak toplu taşımayı rahatça kullansalar?

Bir de bu konuda çok merak ettiğim bir sorum var yurtdışında yaşayanlara: Yaşadığınız şehirde/ülkede, bizdeki gibi işyerlerinin servisleri var mı?


10 Kasım 2014 Pazartesi

Özür Dileriz


Birini şahsen hiç tanımadan bile çok sevmek...

Çok seviyoruz, çok özlüyoruz... 

Biraz da utanıyoruz bugünkü halimizden...

Özür dileriz...



7 Kasım 2014 Cuma

Yabancı Dizi Tavsiyeleri

Dün akşam Instagram'da (instagram.com/kizlierkeklikedili) bir Dexter karikatürü paylaşınca aklıma geldi bu yazıyı yazmak. Daha evvel de Dexter ile ilgili kısacık bir yazı yazmıştım (Tık Tık). Düşündüm ki sadece değil Dexter, şimdiye kadar zevkle izlediğim ve tavsiyeye uygun gördüğüm yabancı dizileri sıralayayım size kısaca. Hem belki sizler de yorumlarda tavsiyelerde bulunursunuz, mutlaka izlenecek dizi listemize ekleriz, olmaz mı?

Nip Tuck: Geçmiş zaman olur ki ilk soluksuz izlediğim yabancı dizilerdendir. tek kelime ile bayılmıştımm! Hikayesinin tadını kaçırmak istemem ama çook minik bir açıklama yapmam gerekirse, iki plastik cerrahın başından geçen olaylar anlatılıyor dizide. Ancak bu dizi korkusuzluğuyla beğenimi kazanmıştı. Öyle sivri, öyle tartışmaya açık, ekranda izleyici kaçmasın diye güvenli yolları seçen dizilerin aksine cinsel, sosyal, ekonomik alanlarda geziniyordu Nip Tuck. Çok sıradışı, deli bir dizidir. Bazen derinizin altına işlemiş kültürünüz zorlar sizi, "İzleme şunu, ahlaksızlık bu kadarı da, yoook artık" diye dürtüklese de kendinden farklı bir dünyayı izlemenin keyfi geçer her şeyin önüne.




Desperate Housewifes: Türkiye'de de Umutsuz Evkadınları olarak uyarlanmış bir orjinaldir Desperate Housewifes. Malesef ki Türkiye'de uyarlanan ama Amerikan kültürünün hikayesi olan dizilerin rezalet olduğunu düşünüyorum. Ne Türk, ne Amerikan, ne olduğu belli olmayan, taklitten ve özentiden öteye geçemiyorlar malesef. Neyse, problem değil, orjinali bize yeter! Hep filmlerde izlediğimiz  bir Amerikan semtinde, şık evlerin, güzel arabaların, yakışıklı kocaların, güzel eşlerin olduğu sıradan bir mahallenin hikayesi anlatılıyor. Hikaye ilerledikçe, hiç de göründüğü gibi sıradan olmayan bir macera çıkıyor ortaya. Dizide her şey öyle sıradan ama sıradışı işlenmiş ki tadından yenmedi, bitince üzülündü... Çok çok güzeldi, tavsiyedir.




Sex and the City: Bilmeyen yoktur sanırım, var ise kınıyorum kınıyorum kınıyorum :) Şaka tabiki, estafurullah! New York, kadınlar, moda, ilişkiler, böyle güzel sade ama çarpıcı bir biçimde anlatılamazdı ve anlatılamaz sanırım. Bekar ve işlerinde başarılı dört güzel kadının New York'ta geçen hayatları ve aşkları anlatılıyor dizide. Soluksuz izledik... Filmleri için ise aynı şeyi söylemem imkansız tabiki. Dizi bittikten sonra aç kalmış fanatiklerinden para çalmak için yapılan saçma bir işten başka bir şey olarak kalmadı aklımda. Tüm samimiyetini kaybetmişti hikaye... Bu nedenle işi dizide bırakmak gerekiyordu sanırım.




Dexter: Dexter, Dexter, Dexter... Bir katili sevebileceğin tek hikaye budur sanırım. Sevdik Dexter'ı... Her bölümde yeni birini öldürdüğünde üzülmedik, sevindik aksine. Dizi bir bölüm bile yavaşlamadı, sıkmadı, soluksuz izlettirdi sonuna kadar. Taa ki sonuna kadar ama... Dizi finali çok kötüydü, bu bilinçle başlayın izlemeye, hatta sonunu izlemeyin mi ne yapın bilemedim mi... Ben anlatırım size, izlemeyin, tadınız kaçmasın :)




Six Feet Under: Dexter dizisinde başolde Dexter Morgan karakterini canlandıran Michael Hall ile ilk tanıştığım dizidir. O zamanlar gençti, böyle popüler de değildi ama bu dizide çok sevmiştim oynadığı karakteri. Six Feet Under dizisi bir cenaze evini işleten ailenin hayatını anlatıyor. Cenaze evi diyince zaten insanın içi kararıyor, bir de dram unsurlarını ve kasvetli ortamları düşünün, işte tam öyle bir dizi. Depresifliği bazen içinizi karartsa da hikayenin içerisine öyle güzel çekiliyorsunuz ki bırakamıyorsunuz.




Breaking Bad: Dünya çapında büyük olay yaratan ama eşimle beraber son sezonunu dayanarak bitirmeye çalıştığımız dizi... Finalini yaptığında öyle olay oldu, öyle bahsini duyduk ki dayanamadık, izleyelim dedik ama çok sıkıldık biz... Bihassa son sezona kadar karakter analizleriyle geçen ağır bölümlerden fenalık geldi içimize. Son sezonda biraz daha heyecan geldi diziye, bir de bitecek ya artık, dayanıyoruz, bitireceğiz. Kısaca konusu ise, kanser teşhisi konulan bir kimya öğretmeninin uyuşturucu işine girmesi ve bu şekilde ilerleyen bir hikaye.




The Good Wife: Eimden bağımsız olarak seyrediyorum bu diziyi. Mükemmel kurgulanmış, ince ince işlenmiş, kusursuz bağlantılar kurulmuş ve oyuncuların mükemmel performanslarıyla bence dizi tarihinde tepe noktasını garantileyecek bir yapım. Henüz bitmedi, hala soluksuz bir şekilde izliyorum her bölümü. Siyatçi kocası tarafından gözler önünde aldatılmış eski bir avukat kadının, hayata geri tutunması, avukatlığa dönüp tek tek basamakları tırmanması anlatıyor. Ancak diğer polisiye ya da avukatlı, doktorlu diziler gibi sadece o konuları işlemiyor. Tüm hikayeye çok güzel hikayeler, karakterlerin hayatları yerleştirilmiş.



The Tudors: Entrika ve şaşalı hikayesi sebebiyle herkesin ilgisini çeker İngiliz tarihi. Benim de çekiyor tabiki, eksik kalır mıyım :) İngiltere'nin en meşhur krallarından birisi olan 8.Henry'nin gençliğinden, ölümüne kadar tüm hikayeyi Tudor hanedanını tek dizide izleyeyim, bol bol entrika olsun, çok güzel kostümler ve mekanlar göreyim derseniz tam yerindesiniz. Tadından yenmeyen, heyecanla son bölüme kadar izleten bir dizi.




The Walking Dead: Ömrüm hayatım boyunca kırk kere düşünsem aklıma gelmezdi böyle bir diziyi listeye ekleyeceğim! Ancak ilk sezonunu izlemememe rağmen, eşimin isteğiyle ikinci sezondan dahil oldum bu çılgınlığa. Nasıl oldu,n ne zaman alıştım bilmiyorum ama şuan bağımlıları arasındayım. Zombiler, vahşet, medeniyetin çöküşü derken ilginç ve izlenilesi, gerçekçi bir hikaye yaratmışlar. Hala zombilerin insanları yerken gösterdikleri sahnelere alışamamış olsam da toplamda bağımlısı oldum. Ancak dizinin bölümlerini uykudan hemen önce izlemenizi tavsiye etmem, bütün gece rüyalarınızda zombi istilalarıyla boğuşuyorsunuz, benden söylemesi :)



Gossip Girl: Yine Türkiye'de bize uyarlanmış versiyonuyla gösterilmiş bir dizi. Genç hanımlar ve beyler için oldukça ilgi çekici olduğunu düşünüyorum. Ben de çerez niyetine izlemiştim ve zamanında oldukça keyif almıştım. New York'un sosyetesinde yaşayan, sosyetik mi sosyetik gençlerin hayatlarını anlatıyor Gossip Girl.



House M.D.: House da Dexter gibi sevmek istemediğin ama çoook sevdiğin bir karakter. Çözülmesi imkansız gibi görülen hastalıkları çözen, hastaları iyileştiren müthiş bir doktor. Ancak kendisi mükemmel zeki beyniyle beraber, sosyal ortamda da bir o kadar hatalı. Ekibindeki doktorlara, hastanedeki çalışma arkadaşlarına, kadınlara, erkeklere çok kötü davranıyor. Nefretle sevgi hislerini birbirine karıştırtıyor insanda...  Ancak dizinin hikayesi, sürükleyiciliği, karakterler, her şey mükemmel harmanlanmış, dakikasını kaçırmadan izliyorsunuz.



Weeds: Klasik bir Amerikan evhanımının esrar işine girmesi, geçinmek için bu şekilde çalışması ve bu şekilde bir hayat kurmasını anlatan hikaye, çoğu zaman çook komik, her zaman yüksek tempolu bir şekilde ilerliyor.



Bunlar dışında elbette başka bir sürü yabancı dizi izledim ve izliyorum ama ilk aklıma gelen ve listeyi hakedenler bunlar oldu. Sizlerin zevkle izlediği, tavsiye edeceği yabancı diziler var mı?




5 Kasım 2014 Çarşamba

Çocuklara Yardım Etmemek

Başlık pek bana uymamış değil mi? Hep savunduğum görüşlerime oldukça ters... Herkes, her yaştan, her yaşa, herkese, elinden geldiği kadar yardım etmelidir aksine. Bu yardım her zaman "güzel yüzlü" olmayabilir, bazen birisine yaptığın eleştiriler de yardımdır, elinden o geliyordur...

Hep derim, ben anne değilim, annelik ile ilgili konularda ahkam kesmek asla bana düşmez ancak bazı durumlar karşısında akıl var, mantık var... Bilhassa ülkemizdeki annelikte ve bu annelik karşısında yetişen bireylerde ciddi sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Bağımsız davranamayan, sıkılgan, sürekli karşısındakine sırt dayamaya meraklı, oldukça beceriksiz, karar alma ve risk analizi konularında yetersiz bireyler yetişiyor. Hemen sinirlenmeyin güzel anneler, olmaz mı? Bakın diğer ülkelere... Özgür bireyler, kendi kararlarını ve sorumluluklarını alan, maddi ve manevi olarak her anlamda bağımsız bireyler...

Ben bu yurtdışı ve Türk gelenekleri ile yetiştirme yöntemlerinin farklılıklarını, hayatımda ilk defa İngiltere'de eğitim için bulunduğum dönemde, yanlarında kaldığım iki farklı aileyi izlediğimde ve gözlemlediğimde farketmiştim. Öncesinde kardeşli ya da kalabalık bir ailede yaşamadığım için Türk kültüründeki çocuk yetiştirme yöntemlerini farketmemiş ve farklı tiplerle karşılaştırma fırsatı yakalayamamıştım.

Yanlarında dönemsel olarak kaldığım iki ailenin de 1-2 yaş arasında çocukları vardı. Ufak deyip geçmeyin, tüm çocuklar bir dizi kurala ve programa tabiidiler. Misal, bir yaşındaki çocuk her akşam aile ile beraber sofraya oturmak zorundaydı. Kendisine verilen çocuk çatalı ve bıçağını kullanmak zorundaydı. Bizde böyle bir uygulama olmuyor genelde. Sanırım çocuk kolay yesin diye ya çatal ya da kaşık veriliyor. Onlarda ise o çocuğa bıçak kullanmak öğretiliyor, bıçağı kullanmaz ise yemek yiyemeyeceği anlatılıyor.


Ayrıca bu yaş aralığındaki çocuklar sofrayı kurarken yardım ediyorlar (Yaş 1-2 arası diyorum). Kendi plastik tabaklarını, çatal ve bıçaklarını sofraya taşıyorlar. Bıçağın sağa, çatalın sola koyulduğunu biliyorlar ve sofrayı kurabiliyorlar. Her akşam... Anne ve babaları da bu işleri sırasında çocuklarına asla yardım etmiyorlar, aksine sofrayı denetleyip yanlış düzenledikleri yerleri çocuklarına gösterip, yeniden düzenlemelerini istiyorlar. Taa ki olması gereken düzene gelene kadar...

Bu ailelerde en çok dikkatimi çeken özelliklerden birisi de çocuklarına yardım etmemeleriydi. Yanlış anlatmak istemem... Çocuklarının yapabilecekleri şeylerde yardım etmiyorlardı. Yani sofra kurmak, yemek yemek, ellerini yıkamak, oyuncaklarını toplamak, giyebilecekleri kıyafetleri giymek, düştüğü zaman eğer ki bir yerine bir şey olmamışsa kendi kendine yerden kalkmak...gibi. Bu sayede çocuklar kendilerine yetebileceklerini, becerilerinin olduğunu, başarabilecekleri şeyler olduğunu, bağımsız olduklarını hissediyorlar. Bu hisler, karakterlerinin gelişimini şekillendiriyor, kendine güvenen bireyler ortaya çıkartıyor. Bir de bu yöntemi, çocuk üzerinde yetişkin olana kadar her alanda uyguladıklarında dünyayı yönetebiliyorlar. İşte böyle...

Bir defa hiç unutmam, sokakta bir bankta oturuyoruz arkadaşımla, insanlara bakıyoruz. Etraf kalabalık... Aileler, çocuklar, gençler... Bir anda 2-3 yaşlarındaki bir çocuk, koşarker paatt diye yere kapaklandı, düştü. Her çocukta olur ya, kafasını hafifçe yerden kaldırdı, annesine baktı. Annesinin tepkisine göre o da tepkisini belirleyecek :) Annesi de eş zamanlı olarak çocuğa bakıyor tabi, hasar analizi yapıyor :) Çocuğun çenesi hafif kanamış ama onun dışında hiçbir şeyi yok. Anne direkt olarak, "Hiçbir şeyin yok, hadi kalk yerden" diyor. ve kalkmasına bile yardım etmiyor, sadece yanında duruyor ve sevgiyle ona bakıyor. Tabiki çocuk annesine güveniyor, anne çığlık atmıyorsa onun da atmasına gerek yok. Yerden kalkıyor, annesi sarılıyor ve yollarına devam ediyorlar. Bu çocuk neyi öğrendi? Düştüm, yerden kalkabildim, çok iyiyim... Yardıma ihtiyacım olmaksızın, düştüğümde yerden kalkabilirim...

Bu durum bizde yaşandığında ise annenin çığlıklarıyla çocuğun çığlıkları birbirine karışıyor, annenin paniği çocuğu daha çok delirtiyor. Düşünsenize, çocuğun hayatta en çok güvendiği kişi annesi ve annesi böyle davranıyorsa ne kadar çok korkuyor! Düşen çocuğun yanına depar atarak koşan anne, "Dur, dur kalkma! Neyin var? İyi misin? Düştün mü? Ayyyyyy!" diye deliriyor ve çocuğa kalkması için bile izin vermiyor, illa ki kendisi kaldıracak... İyi anne olacak ya...

Velhasıl yine daldan dala atladım, biliyorum... Fikrimin özünü anlatabilmişimdir umarım... Dediğim gibi, annelik hakkında ahkam kesmek ya da anneleri eleştirmek, bir şey öğretmek bana düşmez, haddime değil... Ben sadece acizane gözlemlerimi paylaşmak istedim. Bu kadar küçük örnekleri, her yaşa ve her olaya genellerseniz, bu ülkelerin neden dünyayı yönettiğini, dünyayı yönetecek bireyleri nasıl ortaya çıkarttıklarını daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.

Çocuklarımızı gözlemleyelim, yapabilecekleri şeylerde yardım etmeyelim. Yardım isteseler bile kendi kendilerine yapmaları için yüreklendirelim, güven verelim. Tamam biliyorum, kültürümüzde "iyi anne" demek ilgili ve elini çocuğunun üzerinden çekmeyen anne demek. Ancak gelişelim, değişelim, daha iyi olalım, olmaya çalışalım?

Tüm anneleri öpüyorum, böyle güzel bir işi layıkıyla yapmaya çalışmanın ne kadar zorlu olduğunu tahmin edebiliyorum. Sabrınıza, çocuklarınıza gösterdiğiniz sevginize, saygı duyuyorum ♥

3 Kasım 2014 Pazartesi

Kedi Kumları Hakkında Her Şey


Son dönemde kedilerle ilgili az yazdığım konusunda hafiften sitem içeren bir kaç mesaj aldım. Bir de Pisi ve Çakıl'ı soran, "İyiler mi? Hiç anlatmıyorsun" diye merak edenler oldu. Çok iyiler, bomba gibiler, hiç endişe etmeyiniz :) Hayatımızın odak noktasında, sevgimizin tepesindeki yerlerini koruyorlar ve hayatımızı onlarsız düşünmemiz mümkün değil... Ayrıca Pisi ve Çakıl'ın, düzenli olarak Instagram hesabımdaki varlıklarını da hatırlatmak isterim: instagram.com/kizlierkeklikedili

Bugünkü yazımda ise sizlere kısaca kedi kumu hikayemizi anlatmak, en sonunda ise kendi fikrimce olumlu ve olumsuz gördüğüm yönlerini sıralamak istiyorum. Hem Google üzerinden kedi kumu hakkında araştırma yapanlara bir faydası olsun, hem de benden daha tecrübeli kediseverlerin fikirlerini alırım diye özene bezene dizeceğim aşağıya.

Kedi kumu hikayemizin ilk kısmı olarak Pisi ile yavruyken başladığımız noktayı sizlere anlatmak isterim. Pisi evimize ilk geldiğinde silika kum almıştık. Ancak çok bebek olduğu için silika kumu algılayamamıştı. Sanki oyuncak ya da yenecek bir şey sanmıştı :) Baktık ki bu böyle olmayacak, gittik normal kum aldık. Bu defa anladı ki evet burası çiş yeri... Ancak bu defa da her yan kum oldu. O acemi dönemlerimizde topaklaşan kedi kumunu da henüz keşfetmediğimiz için normal kum denilen şeyin böyle olduğunu sanmıştık. Hem topaklaşan kedi kumu olmadığı için de  çişler kumun içerisinde kalıyordu, dayanılmaz konular salınıyordu. 

Ben de internetten araştırmalar yaptım, talaş kedi kumu kullanmayı denedik. Pek de bir yerde bulunmuyordu bu cins. İnternet üzerinden bin bir zorlukla ulaştık sonunda. Hem doğallığı, hem de koku çıkartmıyor olması sebebiyle çok şahane bir icat olduğuna inanıyorum. Ancak bizim Pisi kızımız yavruyken de tam bir diva idi. Bu talaş kedi kumunu beğenmedi! Bir iki defa kumu kullandıktan sonra gitti, evin her yerini tuvalete çevirdi... Gerçekten çok zorlandık o dönem... 

Ardından baktık olmayacak, topaklaşan ince taneli kedi kumuna geçtik ve rahat ettik. Yaklaşık 1.5 sene kadar bir süredir de topaklaşan kedi kumu kullanıyorduk. En azından çişler hemen topaklaştığı ve kakalarla beraber hemen çöpe atıldığı için koku sorunu hiç yaşanmıyor. Ayrıca hem Pisi, hem de Çakıl da bu kumdan çok memnunlardı. Pisliği, ortalığa dağılan ve toz halinde her yerde olan kumu saymazsak... Sil, süpür, hiçbir çözümünü bulamadık biz. Hatta yaklaşık bir sene önce kum kabını da değiştirdik ve normal kedi kabı kullanmayı bıraktık. Koçtaş'tan aldığımız, kocaman şeffaf saklama kutusundan kap yaptık onlara ki bu sayede kazarken etrafa daha az toz çıkartırlar dedik. Gerçekten de etkili oldu, azaldı ama hijyenik bir ev sağlayacak kadar değil malesef... 

İki hafta evvel temizlik sırasında artık dayanamadık. Eşim yeniden silika kedi kumu deneyelim dedi. İlk başta pek aklıma yatmadı, Pisi ile daha evvel yaşadığımız sorunlardan çekindim ama aldık sonunda. Pisi artık olgunlaştığı için yadırgamadı silika kedi kumunu. Çakıl ise oburluğuna yenik düştü, ağızından birkaç defa silikon kum parçalarını çıkarttık, ancak o da sonunda anladı ki bu yenecek bir şey değil :) Şuan evdeki temizlik konusunda çok çok rahatladık. En azından kumun toz pisliği kalmadı. Arada kaptan çıkarken ayaklarında taşıdıkları parçaları düzenli olarak süpürünce dert bitiyor. Şuan için çok memnunuz.


TOPAKLAŞMAYAN KEDİ KUMU:


 Olumlu Yönleri:
* Kedilerin doğal ortamlarında kullandıkları kuma en yakın olan çeşit bu. Hiçbir kedinin yadırgadığını ya da kullanmayı reddettiğini sanmıyorum.
* Fiyat olarak oldukça uygun. Kocaman paketlerini, komik fiyatlara alabiliyorsunuz.
Olumsuz Yönleri:
* Çok fazla toz çıkartıyor. Hem kazarken etrafa kalkan toz, hem de işlerini bitirip kaptan çıkarken etrafa taşıdıkları toz fena... Ne kadar evi süpürseniz de her yana dağılıyor ve kedilerin tüyleriyle beraber tüm eve taşınıyor.
* Topaklaşmadığı için çişler direkt olarak kum kabının dibine çamur gibi çöküyor. Bu çamur nedeniyle, kabınız eğer ki kapalı bir odada duruyorsa çok ağır koku yapıyor. Fiyatı uygun olduğu için hafta bir defa tüm kumu değiştirerek bu kokunun önüne geçebilirsiniz.


TOPAKLAŞAN KEDİ KUMU:


Olumlu Yönleri:

* Topaklaştığı için çişler top şeklinde katı bir şekilde kumun içerisinde kalıyorlar. Bu topları günlük olarak attığınız için koku oranı çok çok azalıyor. Her markanın kumunun topaklaşma oranı, sıkılığı birbirinden farklı olduğu için deneye yanılai kendinize uygun olanı bulabilirsiniz.
* Diğer olumlu yönleri, yukarıdaki topaklaşmayan kedi kumu başlığı altındakilerle aynı.
Olumsuz Yönleri:
* Yukarıda yazdığım toz, pislik durumu bu kumda da aynen devam. Tüm toz, evin her yanına ve kedilerin tüylerine dağılıyor malesef.


TALAŞ KEDİ KUMU (Çam Peleti Kedi Kumu):


Hep talaş dediğime bakmayın, orjinal adı Çam Peleti Kedi Kumu diye geçiyor. Son yıllarda ülkemizde de popüler oldu. Pek çok farklı marka alternatifi bulunuyor.
Olumlu Yönleri:
* İçerisinde diğer kumlar gibi kimyasal içermiyor. Doğal bir malzemeleden üretildiği için gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz.
* Ülkemizde de artık popülerleşmeye başladığı için yerli ve yabancı pek çok farklı markaya ulaşabiliyorsunuz marketlerde. Bu sayede istediğiniz özellikte seçim yapabiliyorsunuz.
* Çam peleti kedi kumunun en güzel özelliği, mis gibi çam kokması. Gerçekten de koku sorunu neredeyse sıfıra iniyor. Tane tane olan kum, çiş yapıldıkça toz halini alıyor, bu tozla çişin dibe çökmesine fırsat vermeden hemen sıvıyı emiyorlar.
* Talaş olduğu için çok hafif. Normal kum kullananlar bilirler ki zordur koca kum poşetlerini taşımak.
Olumsuz Yönleri:
* Fiyatları malesef ki diğer kumlara oranla oldukça yüksek. Hele ki birden fazla kedili bir evde, birden fazla büyük boy kedi kum kabı kullanıyorsanız ciddi bir maliyet getirecektir.
* Yukarıda bahsettiğim ve olumlu saydığım çam kokusu, bazı kediler için hoş değil sanırım. Yukarıda bahsettiğim hikayede olduğu gibi Pisi kullanamadı, kokladı kokladı beğenmedi, gitti evin seçtiği köşelerine yaptı çişini.
* Çiş gördükçe ufalanan taneler, sonunda toz halini alıyor. İşte bu noktadan sonra eve yayılan talaş tozları başlıyor. Ya o aşamada hemen kumu değiştireceksiniz, ya da günde iki defa ev süpüreceksiniz.


SİLİKA KEDİ KUMU:


Olumlu Yönleri:
* Düzenli değiştirildiğinde gerçekten de koku sorunu tamamen bitiyor. 
* Taneleri büyük olduğu için gerek kazarken, gerekse de kaptan dışarıya çıkarken toz problemi diye bir şey olmuyor. Arada ayaklarına takılan bir iki tane dışarıya çıkıyor ya da kazarken kabın dışına kaçırıyorlar, o kadar.
* Yine normal kumlardan çok daha hafif olduğu için taşıması ve muhafaza etmesi çok kolay.
* Her markette, her veterinerde binbir çeşit ve marka bulmak mümkün.
Olumsuz Yönleri:
* Fiyatı, normal kum ve topaklaşan kuma göre biraz daha fazla. Ancak gerek internette, gerekse de normal dükkanlarda o kadar çok farklı marka ve çeşit var ki aralarından elbet kendinize uygun birisini bulabilirsiniz.
* Tamamen fabrika çıkışlı bir ürün olduğu için içerisinde kedilere zararlı pek çok madde içeriyor olduğunu tahmin ediyorum.
* Bilhassa yavru kediler için oyuncak olabiliyor. Oyuncaktan öte, çiş yapılması gereken yer olduğunu pek çözemeyebiliyorlar.
* Hafif yaramaz ve obur kediler de (Bkz: Çakıl) acımadan yemeye kalkıyorlar. Yenmeyeceğini anlamaları ve anlatmanız için biraz süreye ihtiyacınız oluyor.


Bunlar dışında bildiğiniz, kullandığınız kedi kumları ya da bu kumlarla ilgili eklemek istediğiniz ya da yanlışlığı konusunda beni uyarmak istediğiniz noktalar var ise yorumlar kısmında bekliyor olacağım.

31 Ekim 2014 Cuma

Kıtı Kıtı Kıtı Kıtı...


Evet, başlıkta gördüğünüz "Kıtı kıtı" efekti, dişlerimin birbirine vurarak takırdama sesi! Bir günde mi kış geldi yoksa bir günde biz mi kıştan sıkıldık bilmiyorum ama bu sabah işe yürürken eşimle beraber yüzümüzde ilk defa soğuk yanığını hissettik. Bir yandan şakır şakır yağan yağmur, bir yandan acı acı vuran poyrazla beraber şemsiyemizle bir o yan bir bu yana savrulduk. Çok söylendik, ahh uhhhladık...

Daha Pazar günü Belgrad ormanında güneş altında bisiklet sürerken konuşuyorduk "Ohh hava ne güzel. Hem sürekli yaz olsa sıkılır insan, şu güzel sonbahar renklerine bak" diyorduk. Nereye gitti sonbahar? Yahut da bizim 4 mevsim aşkımız ne oldu? Hani hep yaz olsun istemiyorduk? Dönek miyiz cancağızım?

Aslında hayatımızdaki her şeyden de böyle sıkılıyoruz. Hep farklı bir şey isterken buluyoruz kendimizi. Yaz gelsin diyoruz, off çok sıcak oldu kış gelsin istiyoruz. İş istiyoruz, işten sıkılıyoruz. Tatil istiyoruz, eve dönelim artık diyoruz. Aşk istiyoruz, ay ne zor şeymiş ilişki yürütmek diyoruz. Kilo vermek istiyoruz, sıkıldım bu diyetten diyoruz. Listemiz ise böyle uzayıp gidiyor... 

Hani "maymun iştahlı" denir ya, aslında hepimiz böyleyiz sanırım. İnsanlık denen şey işte... 

Bugün soğuktan söylenip, burnum ve ellerim soğuktan kızarmış bir şekilde sıcacık ofisime girip, yumuşacık koltuklu masama oturduğumda bir karar verdim. Çok şanslıyız... Bu şanslarımızı farkedip, mutlu olup, şükretmeliyiz.

Bilhassa ülkemizin yaşadığı bu zor dönemde, insanların öldüğü, açlık sınırında yaşadığı, belki sokakta yatmak zorunda olduğu, en insafsız koşullarda çalışmak zorunda kaldığı, her an ölümün eşiğinde endişeyle yaşadığı, iç ve dış savaşın eşiğindeki ülkemizde...

Azıcık burnum üşümüş, parmaklarım kızarmış... Bir şey mi bunlar...

Kendime İtiraf ve Not: Çok şanslısın. Sağlıklısın, mutlusun, seni senden daha çok seven bir eşin, varlığınla mutlu olan kedilerin, can kadar değerli bir ailen, işin gücün, maaşın, imkanların, evin barkın var. Daha ne istiyorsun? Tabiki her zaman bir şeyler isteyeceksin ama kendini mutsuz edecek şeyler arama artık. Hava güneşliyse tadını çıkart, hava soğuksa da sıcak evinde demlediğin çayını iç ve söylenme. İmkanların dahilinde mutlu olmak için yaşa. Şanslı olduğunu bil, hatırla.









28 Ekim 2014 Salı

Bumerang Blog Ödülleri'nde Aday Oldum


Daha önce pek çok defa söylediğim gibi çokça kendim, biraz da sizler için yazıyorum bloğuma. Hani burada da bir bencillik, hep banacılık var :) Şaka bir yana, kendime arşiv tutuyorum, güzel anılarımı ve düşüncelerimi yazıyorum. Eş zamanlı olarak da yazdıklarımı okuduğumda kendime uzaktan bakmış oluyorum, hatalarımı görüyorum, izliyorum... İşin okuyucu kısmı ise tabiki çok ayrı keyifli. Yazdıklarımın başkaları tarafından okunması, yorumlar gelmedi, takip edilmesi ya da kişilerin internette bir konuyu ararken sayfama gelmesi ve kendine faydalanacak bir bilgi bulmasından daha kıymetli bir şey de yok... Sonuç olarak benim için her iki yönüyle de vazgeçilmez oldu bloğum ve takip ettiğim diğer blog sahibi arkadaşlarım.

İnsanın bloğu olunca, blog yazarlarını en çok destekleyen Hürriyet'in Bumerang ve Yazar Kafe sistemine de dahil olmamak mümkün değil. Hem maddi, hem de trafik açısından desteği yok sayılamaz... Ben de geçen sene Kasım ayında bloğumu açtıktan iki hafta sonra Bumerang'a başvurdum, nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde anında Platin üyeliğim onaylandı ve yazılarımı Yazar Kafe'de  yayınlama şansı elde ettim. Bir senedir de düzenli olarak her yazımı Yazar Kafe'de yayınlıyorum. Bir yılın ardından işte o meşhur, blog yazarları için pek kıymetli olayın zamanı geldi, HÜRRİYET BUMERANG BLOG ÖDÜLLERİ 2014. 

Bumerang Blog Ödülleri'nin duyurularını gördüğümde pek önemsemedim açıkçası, nasılsa ben daha çok yeniyim ödül de neyime, diye düşündüm. Sonrasında kategorilerde göz gezdirdim ve  "En İyi Çıkış Yapan Blog" ödülünün adaylık kriterlerine uyduğumu farkettim. Olur mu, olmaz mı? Yok canım olmaz... Birincisi ben "çıkış" yapmadım, ikincisi çok yeniyim, üçüncüsü de benden katlarca fazla takipçisi, oylamalarda destekleyicileri var... Bana sıra gelmez, "kaybetmiş" olmayayım, iyisi mi hiç girmeyeyim dedim... 

Aklıma bu seneki hedeflerim geldi ardından... Sınırlarını zorla, çekinme, adım at, hayır demekten korkma, yapamamaktan çekinme, güvenli bölgenden çık, yeni şeyler öğren... Tüm bu hedeflerim yönünde hareket etmeyi başardığımı farkettim bu sene... O zaman bu ödüllere de neden aday olmayayım. Kazanamasam da önemli değil. "Girmedim, kaybettim" demektense; "girdim ama kazanamadım" demek daha güzel değil mi? Başvurdum bende. Kabul edildi adaylığım, işte ilk adım başarıldı :)

Çok çok çok uzun lafın kısası, Hürriyet Bumerang Blog Ödülleri 2014'te "En İyi Çıkış Yapan Blog" kategorisinde adayım. Bu noktadan sonra bana verilen linki sizinle paylaşıp, desteğinizi rica etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Bana oy verin, noooooluuuurr, lüüütfeeen demeyeceğim size. Çünkü herkes, hakettiğini düşündüğü bloglara oy vermeli. Beni ve yazılarımı takip edenler, bir senedir aralıksız bir şekilde düzenli yazı yayınladığımı görenler, fikirlerimi ya da yazım şeklimi beğenenler var ise bana bu şekilde destek olabileceklerini hatırlatabilirim sadece. Bir ben değil, çok sayıda farklı dalda yarışıyor bloglar. Eğer ki sizin de beğeniyle takip ettiğiniz bir blog sayfası var ise mutlaka onlara oy verin... Blog yazarını desteklemek için yapabileceğiniz daha güzel ne olabilir ki?

NASIL OY VEREBİLİRİM?

Oylama şöyle işliyor: Oy Ver'e tıkladığınızda oylama sayfası açılıyor. Bu sayfada sizden cep telefonu numaranızı yazmanız isteniyor. Cep telefonu numaranızı yazmaktan hiç çekinmeyin. Çünkü numara girişinin sebebi, sizin telefonunuza şifre göndermek ve o şifreyi aynı sayfada geri yazabilmenizi sağlamak. Bu sayede tekrar eden oylamayı ve gerçek kişilerin oy kullanmasını sağlamaya çalışıyorlar. Oy verme işlemi tamamen ÜCRETSİZDİR ve herhangi bir kayıt gerektirmeksizin girdiğiniz cep telefonu numarası da Hürriyet'in garantisi altında. Hürriyet, cep telefonu numaranızı 3.kişilerle paylaşmayacağının garantisini veriyor.

Cep telefonunuza gelen şifreyi, sayfada ilgili yere yazdığınızda oy verme işleminiz tamamlanıyor. Yani tüm işlem 10 saniye sürüyor...

Bu noktada "Bu kızı beğeniyorum, güzel de çıkış yaptı hani. Bir senede fena gitmiyor, çalışıyor, yazıyor." diyorsanız ve bana oy vermek istiyorsanız, aşağıdaki "Oy ver" kutucuğuna basabilirsiniz ♥



27 Ekim 2014 Pazartesi

KOŞ KEDİ KOŞ!

* Rastgele seçilmiş diğer odaya, koşabildiğim kadar hızlı koşmalıyım! * 

Evinde kedileriyle en mutlu hayatları, en güzel dostlukları ve sevgiyi yaşayanlar bugünkü yazımda anlatacağım durumu çok iyi biliyorlar. Hep öykü kitaplarında, karikatürlerde resmedilen kedi tipi: şömine önünde uyuyan, elinde minik bir yumak deviren, sallanan sandalyedeki kişinin kucağında oturan... Gerçek böyle değil, biliyorsunuz değil mi :)

Modern ev kedilerinde öyle hanım hanımcık, kıvrılmış şekilde uyuma durumu olmuyor genelde. Çoğunlukla sırt üstü, bacaklar havaya dikilmiş, ağız hafif açık, gözler pır pır ederek, kaba tabirle "malak" gibi uyuma söz konusu :) Ayrıca aynı şekilde yumakla falan da oynamıyor modern kediler, çünkü evlerde yumak yok... Onlar da bulabildikleri çer çöp, kedi oyuncağı, toka, lastik, televizyon, perde, koltuk gibi eşyaların tepesine çıkarak ve geri atlayarak aksiyon filmi çekiyorlar.Yani modern kediler malak gibi uyuyor, uyurken canları isterse sevdiriyor ve ev eşyalarına nasıl daha çok zarar verebilecekleri konusunda çalışıyorlar. 

İki kedili evlerde ise (Bkz: Bizim Ev) daha çok bir koşturma hali hakim. Birbirlerini kovalayıp, yakalayınca hafif bağırtılar eşliğinde yuvarlanarak oyun oynuyorlar. Eş zamanlı olarak da oyunun bonusu olarak ev eşyalarına zarar verme konusunda özel teknikler deniyorlar, o ayrı konu.

Bir de yazımın asıl konusu olarak anlatmaya niyetlendiğim ama üç paragraftır bağlayamadığım konuya şuan balıklama atlamak isterim: deli gibi koşan kediler :) Bu deli gibi koşma hali biraz da kedinin karakteri ile alakalı sanırım. Çünkü şişman kızımız Pisi hanım kriz geçirmiş gibi koşmazken, Çakıl kızımızda bu delilik halini çok net görebiliyoruz. Köşede uslu uslu oturan, camdan bakan Çakıl kızımız bir anda gözlerini faltaşı gibi açıyor, kulaklarını dikiyor, ağızını yarım açık bırakacak şekilde hafif de dilini dışarıya çıkıyor. Tüm bu fiziksel hazırlıklardan sonra "Mıııırrrrkkk!" diye bir delirme sesiyle beraber sanki yarışa başlamış gibi evin her köşesinde koşuyor. Bir o odaya giriyor, bir diğerine, hız kesmeden ve bazen duvarlara çarpa çarpa koşuyor. Aklında planladığı parkuru tamamladığında ise başladığı yere geri gelip biraz daha oturuyor; sonra yeniden, yeniden... Bildiğiniz delilik bu!

Bu garip durumun sebebini evde yaşamalarına bağlamıştım ilk başta. Hani doğal ortamlarından uzakta, doğadaki hareketlerini taklit ediyorlar ve enerjilerini boşaltıyorlar diye düşünüyordum. Ancak sonrasında annemlerin bahçelerindeki kedileri ve internetteki videoları izlediğimde anladım ki "kediler deli" ya da bizim anlamlandıramadığımız bir hesapları var... Bahçedeki doğal ortamında avlanarak, sosyalleşerek yaşayan kediler de aynı şeyi yapıyorlar... Demek ki bunların huyları böyle... Koş kedi, koş!

Sizlerin kuzu kedileri de böyle 15'er dakikalık delirme ve koşma krizleri geçiriyorlar mı? Sizce sebebi nedir? Ne dersiniz bu konuda?


24 Ekim 2014 Cuma

BİR ŞEYLER YAP! BUGÜN, ŞİMDİ...

Bugün yine internette gezinirken rastladım yukarıdaki görsele, çok hoşuma gitti, düşündürdü beni. Ben mi her şeyin İngilizcesini buluyorum, yoksa yeterli Türkçe kaynak mı yok bilmiyorum... 

... Bir şey yapma --> Suçluluk Hisset --> Gelecek İçin Endişelen -->Güçsüz Hisset --> Bir Şey Yapma ...

Siz de bu döngüde misiniz? Hiçbir şey yapmadan, sonuç almaya mı çalışıyorsunuz? Belki işyerinizde, belki sosyal hayatınızda? Eğer öyle ise, bundan vazgeçebilirsiniz. Bir şey yapmazsanız, hiçbir sonucu da olmayacak, kabul edin. Yapacağınız şeyler, atacağınız adımlar "hayat değiştirecek büyüklükte" olmayabilir. Dünya için küçük, sizin için büyük adımlar olabilir. Adım, adımdır değil mi? Olaylar ileriye giderken siz yerinizde durursanız, geride kalmak kaçınılmazdır, değil mi?

Kişisel mutluluklar da küçük adımlarla gelmiyor mu? Her ufak adım, beraberinde bir sonraki adımları ve o adımlardan daha büyük başarıları, mutlulukları beraberinde getiriyor.

Hayatınızda istediğiniz yerlere varmanın, gelecek konusundaki endişelerinizi azaltmanın, güçlü hissetmenin ve kendinizi suçlu hissetmemenin tek çözümü "bir şeyler yapmak".

İş yerinizde problemleriniz mi var? Hepimizin var, kabul edelim. Ancak terfi istiyorsanız, daha iyi maddi ya da sosyal koşullar istiyorsanız, çabalamanız gerekiyor. Sadece size verilen işi yaparak, sizden beklenen performansı en düşük seviyede sağlayarak terfi ya da zam alamazsınız ki... Bir şeyler yapın, adım atın, diğerlerinden daha iyi olduğunuzu kanıtlamaya çalışın, farklılıklarınızı dile getirin ve gösterin. Farklılıklarınızdan korkmayın... Düşük ya da ortalama bir performansla gelmiyor hiçkimse bir yerlere. Dışarıdan baktığınızda bazı insanlar öyle görünüyor olabilir, "adama bak işi bile bilmeden nerelere geldi" diyor olabilirsiniz. Ancak emin olun ki onun da başka becerileri vardır, belki sosyal belki de üçkağıtçılık yapabilme... Her şey olabilir... Her şeyi yaptınız, hala sonuç alamadınız mı? Yine bir şey yapın ve sizin yeteneklerinize, farklılıklarınıza daha uygun görünen başka şirket araştırın.

Sosyal hayatınızda bir ilişkinizde problem mi var? Diyelim ki eşinizle problem yaşıyorsunuz. Hiçbir adım atmadan, hiçbir ilerleme de yakalayamayacağınızın farkındasınız değil mi? Dile getirin, çözüm arayın, sorun, sorgulayın, anlamaya çalışın. Yeter ki bir şeyler yapın.

Bu denklemi, hayatınızın her alanına, ilişkisine, ortamına, sorununa uygulayabilirsiniz. Korkmayın hiçbir şeyden, kişiden, olaydan, sorundan ve sorumluluktan. Siz adım attıkça çözülecek her şey.