30 Nisan 2014 Çarşamba

Biz Evde Yokken Parti Var

Eşim de ben de çalıştığımız için sabahın kör vaktinde evden çıkıp, akşam yedi civarı evde oluyoruz. Kedilerimizi ise daha önceki yazılarımdan tanıyorsunuz, Pisi(TIK TIK) ve Çakıl(TIK TIK). Bu yaramaz hanımlar bütün gün bize evde yokken itişiyorlar, tepişiyorlar, parti veriyorlar. Hatta akşam eve geldiğimizdeki manzaraya bakılırsa sokaktaki diğer kedileri de davet edip dım-tıs, dım-tıs parti yapıyorlar.

Güne bu şekilde başlayan koltuğumuzun akşamki halini bir sonraki fotoğrafta görebilirsiniz...


Koltuğumuzun akşamki hali...


Bu gördüğünüz koltuklardaki yastıklar her akşam düzeltiliyor. Yine her akşam geldiğimizde savaş alanı gibi. Vallahi evden çıkarken toplu bırakıyoruz :)

Not: Koltuğun üzerinde gördüğünüz polar üst, benim. Çakıl'da çok fena meme emme durumu var... Nedense benim bu üstüme bayılıyor, oradan oraya taşıyor, öpüyor kokluyor, emiyor. Bu üstüm de artık ona tahsis edildi :)


Malumunuz kedi bakımının gerekleri arasında her gün kum kabının temizlenmesi, yemek ve sularının tazelenmesi, tüylerinin taranması gibi günlük rutinler var. Bizim evimizde bunlara ilave olarak, akşamları geldiğimizde salonun toplanması görevi de bulunuyor.


Hani kırlentleri anladım diyelim, hafifler ve kediler de aralarında yakalamaca oynayınca çabucak birbirine karışabiliyorlar. Ancak koltuğun büyük arka yastığını nasıl deviriyorlar, anlamıyorum...

Bu fotoğrafta ise yaramaz Çakıl'ımız kareye girmiş. Halen aranıyor, "Hadi koşalım Pisi ablaaaa!"


Sizlerin kedileriniz de oyun oynarken evinizi böyle dağıtıyorlar mı? Yoksa bizimkiler mi yaramaz?



28 Nisan 2014 Pazartesi

Yeni Bebekler ♥

Hayvanseverlerle tek tek konuşun, hepsi aynı şeyi söyler "Hep beni buluyor muhtaç hayvanlar. Hep yollarda karşıma çıkıyorlar." diye. Aslında onlar bizi bulmuyor, biz onları buluyoruz. Başkaları görmezken, görse de umursamazken; biz görüyoruz onları, biz umursuyoruz...


Annemlerin bahçesindeki kediler de böyle oldu. Son mevsimin yeni yavrularının anneleri ortadan kayboldu. Tabiki her zaman anneyi ve yavruları takip eden annem ve bahçe katında oturan amcam, hemen olaya müdahale ettiler. Yavruları çok ellemek, anneyi ürkütmemek adına 24 saat beklendi, anne ortada yoktu. Benim melek kalpli annem de ne yaptı, daha bir haftalık olan iki yavruyu aldı evine.

 Kocaman bir karton kutu, içerisine bir sürü kağıt havlu ve bir oyuncak ayıcıkla hem evinde hem de kalbinde yer açtı onlara. Hemen gidilip bebek biberonları ve anne sütü maması alındı. İlk başta direndiler "Annemin memesi değil bu, istemeeemmm" diye mıkmıklandılar. Sonrasında mecbur kaldılar, açlıktan dolayı yapıştılar biberona... Yapıştılar derken de abartmış olmayayım... İki yavrunun da karakterleri o kadar farklı ki... Beyaz olan haspam hala nazlı tarafta, biberonla kavga ediyor ama bir yandan da çok iştahlı. Eş zamanlı olarak da tekir bebek, o kadar çabuk alıştı ki biberona, en başından beri sorun çıkartmadı.

Karakterlerinden bahsetmişken, her geçen gün değişiyorlar. Bir gün uslu dediğin, ertesi gün yaramaz oluyor. Sonunda büyüdüklerinde ortaya çıkacak olan karakterleri öyle merak ediyoruz ki.


Şuan sağlıkları ise yerinde, her geçen gün kilo alıyorlar, hareketleri farklılaşıyor. Veterinerimizle de konuşuldu. Daha çok küçük oldukları için bir şey yapılamazmış ama biraz toparladıktan sonra hemen parazit müdahalesi yapılacak.



Şimdi gelelim esas konuya, bu bebekler ne olacak? 
Beyaz olan kuzumuz küçük kuzenimin olacak, 10 yaşında. Ailecek evde yaşayacak olan ilk hayvan deneyimleri olmasına rağmen çok başarılı bir şekilde altından kalkacaklarına ve evlerine bol bol kahkaha, neşe geleceğine eminim. Tabiki güzel bebek öncelikle en azından iki aylık olacak, kum kullanmayı öğrenecek, kuru mamaya geçecek ve ondan sonra yeni evine ve ailesinin yanına gidecek ♥

Tekir ise aksi bir durum olmaz ise annemde kalacak. Daha önceki yazılarımı da takip edenleriniz bilir, zaten güzel kraliçemiz Pirinç var annemde (Pirinç'in Hikayesi İçin TIK TIK). Ancak bu bebeği de çok sevdi, dayanamadı :)

Bu konunun giriş yazısı olsun bu... Gelişmeleri ve gelecekteki hikayelerini sizlerle paylaşmaya devam ediyor olacağım :)

Sevgiler ♥

25 Nisan 2014 Cuma

Park Değil, Müze: Atatürk Arboretumu


Duvarlar, betonlar, arabalar üzerimize üzerimize gelirken kaçacak ve nefes alacak yer arıyoruz. Kışın soğuktan, yazın da sıcaktan dolayı atamayabiliyoruz kendimizi sokaklara. İşte bahar denen can, tam olarak bunun için var. Limonata gibi hafif rüzgarın, pırıl pırıl güneşin, tadı damaklarda bırakan çiçeklerin mevsimi. Tabiki İstanbul gibi bir şehirde orman, yeşillik, park bulmak oldukça zor...

Hem çocukluğumdan hatırladığım, hem de son dönemde eş dosttan çokça duymaya başladığımız, Bahçeköy/Sarıyer'de bulunan, Belgrad Ormanı'nın içerisinde yer alan Atatürk Arboretumu'nu ne zamandır aklımıza takmıştık . Ziyaret için bulutsuz bir hava kolladık hep, sonunda yakaladık ve koştuk. Öncelikle her zaman yaptığımız gibi bir internet araştırmasına giriştik. İlk olarak evimize 15 dakika mesafede olduğunu öğrendik. Ardından hakkında daha fazla bilgi ararken, pek de faydalı yazılara ve fotoğrafçı elinden çıkmamış, amatör fotoğraflara rastlayamadığımızı farkettik. Bu yazımın tam olarak hedefi budur... Bol bol fotoğraf ve yazılı bilgi ile elimden geldiği kadar anlatmaya çalışacağım bu güzelliği. Herkesin mutlaka gitmesi gereken, mis gibi, tertemiz, şehrin ortasında sakinlik barındıran bir yer...

Bence en az 2-3 saatinizi ayırmanız gerekiyor. Tadıyla, keyifle, uzun uzun gezmeli... Hatta burayı gezdikten sonra ardından hemen Belgrad Ormanı'na geçmek de kesinlikle yapılması gereken bir şey. Bu kadar oksiyenin sonunda akşama yattığınız yeri bilemeyebilirsiniz :) 

Öncelikle "Arboretum" Nedir? Vikipedi'ye sordum, söyledi TIK TIK. Özetle "Ağaçlara Adanmış Botanik Bahçe" anlamındaymış. Bilgi almak için işletmesini de aradığınızda telefonda anlatıyor zaten "Burası bir park, piknik alanı değildir. Burası bilimsel bir ağaç müzesidir. Piknik yapmak, bisiklete binmek, top oynamak, yemek yemek, yasaktır....vs". Bu konuda herkes çok saygılı. Saygılı olmayanlar için de devriye gezen motorsikletli görevliler var ve derhal müdahale yapıyorlar. Bahçenin/müzenin içerisinde, ülkenin iklim koşullarında yaşayabilen, dünyanın dört bir yanından getirilmiş çeşitli ağaçlar bulunuyor. Her ağacın altında ufak bir tabela var ve bilgileri bulunuyor.

Malesef ki giriş ücretli: haftaiçi 5TL, haftasonu 10TL, öğrenci ise yarı fiyatına indirimli. Böyle güzel yerlerin ücretli olması ne yazık ki hiç hoşuma gitmiyor... Ancak, park/orman değil de müze olarak görürseniz biraz daha anlam kazanıyor.

Girişe geldiğinizde "ücretsiz otopark" diye adlandırdıkları bir alanla karşılaşıyorsunuz ama yalan bence. İlerleyen saatlerde kalabalıklaşan mekanın arabaları kesinlikle o alana sığmadı, etrafta büyük kargaşa vardı. Biz ise erken saatte damladığımız için bomboştu. Zaten güzel fotoğraflar çekeyim, rahat rahat ve sessiz bir şekilde gezeyim derseniz, erken saatte gitmeniz tavsiyemdir. Girişteki gişede ödememizi yaptıktan sonra Avrupa'daki parkları andıran mis gibi bir alana adım atıyorsunuz. Girişte sizi mekanın yerleşim planı karşılıyor. Göz atmadan geçmenizi önermem, aksi halde kaybolursunuz (Tamam tamam, kaybolmazsınız ama ben çok korkak bir insanım.)


Ufak bir eğimli yoldan aşağıya doğru yüyüyünce bahçenin kalbine geliyorsunuz. Meydan usulü kurulmuş bu bahçenin ortasında görkemli bir fıskiye karşılıyor sizi. Tüm yollar da bu fıskiyeden doğru etrafa açılıyor.


Biz de en sağdaki yoldan başlayalım diye düşündük. Ufak bir gölün etrafından dolanıp, yukarıya doğru çıkmaya başladık. Bu yol üzerinde öyle güzel manzaralarla karşılaştık ki...


"Kızlı Erkekli Kedili'nin erkeği de çok keyif aldı burada olmaktan. Bana oranla yürüyüşü daha çok seven kocama ilaç gibi geldi bu gezi.


Sanıyorum ki bu yolun başlangıcından, aşağıdaki gölete doğru bir su akışı varmış. Nedendir bilinmez, kurumuş bir şekilde ama ardından çok keyifli bir manzara bırakmış. Katman, katman...


Eğimli yolu, tepeye kadar tırmandığımızda ise arkamızda tüm bahçenin güzelliği seriliyor. Tabiki bize de düşen, sırtımızı verip hemen fotoğraf çekinmek :) Dizi dizi katır tırnakları ile güneş gibi sapsarı parlıyor her taraf. Katır tırnaklarının bendeki önemi neden bu kadar büyük bilmiyorum ama annemin en sevdiklerindendir. Çocukluğumda, katır tırnağı gördüğümüz her yerde annem durur ve severdi hep. Hatta kopartıp, eve getirirdi, çıtır çıtır canlandırırdı her yeri. Bu nedenle beni çocukluğuma götürür, mutlu hissettirir bu çiçek.


Yokuş tırmanmaktan yorulduğumuz noktada eğim aşağıya doğru inmeye başladı. Biraz rahat nefes almaya başlarken yine yukarıya tırmandık, sonra yine aşağıya indik... Birbirini kesen, birbirine çıkan öyle çok yol var ki... Birisinden girseniz, ötekisinden çıkıyorsunuz...

Tüm bu kesişen yollar üzerinde sayısız fotoğraf çektik. Bu fotoğraflardan sadece mekanı anlatmak için ufak bir özet geçiyorum size. Yoksa kendimi alamaz da hepsini buraya yüklersem çok sıkılırsınız :)


Bu dizi dizi ağaçlar çok hoşumuza gitti. Arada bulutların arasına saklanıp, sonrasında yeniden çıkan güneş ile öyle güzel oyunlar oynadılar ki... Gölgeler, ardından ışık kümeleri...


Böyle yokuşlar da çıktık. Fotoğrafta da belki dikkatinizi çekeceği gibi, her yerde ve her köşe başında kameralar var. Bir şekilde güvenlik görevlilerinin, bu kameraları kontrol ettiğini düşünüyoruz.


Çift olarak gezmenin dezavantajı da budur: Beraber fotoğraf çekinmek. Ah ne büyük zorluktur o... Fotoğraf makinesinde, görmeden böyle denk getirebilmeyi de zamanla ve tecrübeyle öğrendik :)


Ben korkak insanımdır, demiştim yukarıda. Korkum boşuna değilmiş... Tabela bile koymuşlar, kaybolabilirsiniz, demişler. Bu noktadan sonra tırım tırım bir geri dönüşüm vardı ki sormayın... Hep "The Walking Dead", "Revolution" gibi dizileri seyretmekten oluyor bundan...


Ağaç manzaraları... Baharlar bu nedenle güzel... Yemyeşil, yeni çıkmış yapraklarla dolu tüm ağaçlar. Yazın koyu yeşile dönecek bu ağaçlar, şuan fıstık yeşili...


Yokuşlar, inişler, çıkışlar...


Tüm yokuşların sonunda çok güzel bir göl kenarına geldik. Bank görmüş masum köylü misali dinlenmek için attık kendimizi üzerine. Hem biraz dinlenmek, hem de gölü izlemek için çok güzel bir fırsattı.


Göl olur da paytak ördekler olmaz mı... O tombili göbeklerini devire devire yürüdükçe, ben dudaklarımı ısırdım durdum. Elimde fotoğraf makinesi, peşlerinden koştum.


Bank bulunur da fotoğraf çekilmez mi... Tabiki çekilir...


Büyük göl öyle güzel görünüyor ki... Biz de anılarımızı taze tutabilmek için beraber fotoğraf çekindik... Bakıp bakıp hatırlamak için...


Gölette paytak ördeklerin bir de başka bir arkadaş grubu var, kaplumbağalar. Kutucuk kutucuk evlerini almışlar sırtlarına, güneşleniyorlar.


Beraber fotoğraf çekinmek demişken... Benim akıllı kocam tam gölün kenarında duran bir çöp kutusunu farketti. Hemen fotoğraf makinesini çöp kutusunun üzerine yerleştirdi ve otomatik çekim moduna aldı. Sonucunda tam boy, beraber bir fotoğrafımız oldu. Yanlız bir çiftken çareler tükenmez ;)


İşte böyle felekten bir gün geçirdik. Akşamüzeri eve döndüğümüzde oksijen çarpması yaşadık, beyin hücrelerimiz kendini kaybetti.

Giderken Mutlaka: 
Yanınızda su götürmenizi şiddetle tavsiye ederim. Belki vardır ama biz büfe gibi bir yer göremedik, susuzluktan dilimiz damağımız kurudu.
♥ Fotoğraf makineniz var ise mutlaka yanınıza alın. Öyle güzel manzaralar var ki cep telefonunun kamerasıyla çekilen resimler hakaret olur bu güzelliğe.
♥ Erken saatte gitmeye çalışın. Hem arboretumun içi, hem de Belgrad Oramanı yolu çok kalabalık oluyor, boşuna trafik saatine kalmayın.
♥ Aç gitmeyin, açlığa çok dayanamayan bir yapınız var ise mutlaka ufak bir bisküviyi çantanıza atın. Hem yürüyüşünüzün sonunda yemyeşil çimenlere yayılıp, ufak bir atıştırma anı pek de keyifli olur.
♥ Arabanızı bırakacağınız ücretsiz otopark kısmında da uyarıları göreceksiniz ama bir de ben uyarayım, asla ve de asla arabanızda görünür şekilde değerli eşya bırakmayın. Öyle çok arabanın camını kırıyorlarmış ki...
♥ Eğer ki yakın zamanda İstanbul'da evlenecekseniz, düğün fotoğraf çekiminizi mutlaka burada yaptırın. Mutheşem fon manzaralarıyla ölümsüz fotoğraflarınız olacaktır.
♥ Üstünüze eşofmanınızı, ayağınıza ise spor ayakkabınızı giymeyi unutmayın. Park gibi algılansa da oldukça büyük bir alan, 3 saat normal ayakkabı ile yürümek istemezsiniz.
♥ En önemlisi, yanınıza sevdiklerinizi alın. Beraber fotoğraflar çekinin, çimenlerde yayılıp sohbet edin, sıkı sıkı sarılın. Anılar... En kıymetli...

23 Nisan 2014 Çarşamba

Dizi ve Filmlerdeki "Günün Saatleri" Sorunu

Daha önceki yazılarımı takip etmiş kişiler bilirler, Kızlı Erkekli olarak, pek Türk dizisi izleyemiyoruz (çoook uzun sürüyor, sıkılıyoruz). Film deseniz de farklı ülkelerin yabancı filmlerini tercih ediyoruz. 

Pazar sabahı kargalarla beraber kalkmışım, eşim ise hala tatlı uykusunda. Bir yandan biraz Youtube videolarına bakıyorum. Hadi dedim biraz da televizyona bakayım, Pazar sabahı bu vakitte ne varmış... Kanallar arasında gezerken gözüm takıldı Fox'ta "Sana Bir Sır Vereceğim" diye bir diziye. Adını bile ilk defa gördüm, hakkında hiçbir bilgim yok. Hani insanın gözü takılır, izlemeye başlar ya, işte öyle oldu :) Bakıyorum, bakıyorum... Dizinin yapımcılarının, saatlerle ilgili problemi var bence... Neden mi...

Dizideki aile haftaiçi bir sabah kalkıyor, hava günlük güneşlik. Kahvaltı sofrası aile bireyleri tarafından kurulmuş, ailenin babası ise takım elbisesini giymiş ve hazırlanmış bir şekilde domates doğruyor. Anne ise diyor ki "Kahvaltı hazır mı? Ben de çocukları uyandırayım." Bu sırada anne de giyinmiş, saç-baş ve makyajıyla tam hazır... Çocuklar uyandırılıyor, hazırlanıyorlar (şimdi hatırlamıyorum ama galiba 2 ya da 3 çocuk var)... Çocuklar neden sonra aşağıya iniyorlar, birisi kahvaltı etmeyeceğini söyleyip, okula gitmek üzere evden çıkıyor. Kalan aile bireyleri mükellef "haftaiçi" kahvaltılarına oturuyorlar, sohbetli muhabbetli bir şekilde keyifle kahvaltılarını ediyorlar. Kahvaltı bitince kalan çocuk okula, anne ve baba da işe gitmek üzere evden dağılıyorlar.

Bu anlattığım sahneyi düşünün... O saatte hava nasıl o kadar aydınlık? Bu insanların işleri, çocukların okulları saat kaçta başlıyor? Böyle mükellef kahvaltıları hazırlamak için kaçta kalkıyorlar ve hazırlanıyorlar? Evlerinin alt katında mı çalıyorlar? O çocuklar, kahvaltı hazırlandıktan sonra uyandırılarak, nasıl okula yetişiyorlar?

Hikaye burada da bitmiyor. Günün sonunda çocuklar tam gün olan okullarından çıkıyorlar ve eve gidiyorlar. Çocuklardan birisinin doğum gününü kutlamak üzere evlerinin yakınındaki bir göl kenarında parti düzenleniyormuş. Çocuklar okuldan çıkıp eve gittiklerinde anne ve babaları evde, sabahki kıyafetlerini değiştirmişler, giyinip süslenmişler. Eş zamanlı olarak da arabaya süslemeler, pastalar, türlü türlü yemekler yükleniyor. Çocuklar odalarında üstlerini değiştiriyorlar ve hepberaber arabaya binip partinin olacağı göl kenarına gidiyorlar. Sonraki sahnede bir anda tüm mekan süslenmiş, yemekler hazırlanmış, bir sürü başka çocuklar mekana gelmişler. Hava nasıl? Işıl ışıl aydınlık! Bir parti, bir parti, günlerini gün ediyorlar...

Bu anlatığım sahneyi de düşünün... Anne ve baba nasıl bir işte çalışıyorlar? Kaçta işe gidip, kaçta işten geliyorlar? Ortalıkta bir yardımcı hanım yokken, bu hazırlıkları nasıl yapıyor? Eş zamanlı olarak eve gelip, nasıl böyle şık şık hazırlanıyorlar? Çocuklar deseniz... Bu çocukların ödevi, çalışması gereken sınavları falan yok mu? Göl kenarına gittiklerinde hiç bir süs yokken, bir sonraki sahnede nasıl oluyor da bir anda süslü bir mekan ortaya çıkıyor? Bu çocuklar parti derdine düşüyorlar ama ertesi gün okula nasıl gidecekler?

Bu hikayeyi uzun uzun anlatmam bazılarınızı sıkmış olabilir ama ben çok önemsiyorum... Bu senaryo yazarları, yapımcılar mı salak, yoksa bizi mi salak yerine koyuyorlar? Eğer bu konu tamamen  yazarların hatasıysa, nasıl kovulmuyorlar? Ben işimi bu kadar hatalı yapsam, haftasına kovarlar beni... Yahut da bize aslında var olmayan bir dünyayı mı öğretmek istiyorlar? Bunun sonucunda daha umutsuz, daha mutsuz oluyoruz. Sonuçta ne kadar çalışıp didinsek de işe gitmeden önce ışıl ışıl güneş altındaki evimizde öyle bir kahvaltı edip, sohbetin dibine vuramayacağız...

Bu yanıltma durumu sadece bu diziye özel değil aslında. Tüm dizilerde, filmlerde ve reklamlarda mevcut. Sinirime dokunuyor... Günler şu zamanda ne kadar uzamış olsa da biz sabah karanlıkta kalkıyoruz ve yolda tost yiyoruz. Hiç de öyle günlük güneşlik, keyifli sofralarımız yok...

21 Nisan 2014 Pazartesi

Püf Noktası: Çamaşır Deterjanı ve Dibi Tutmuş Tencere


Unutkan insan olarak maceralarım devam ediyor :) (Unutkanlıklarım hakkındaki yazı için TIK TIK ) Her gün yenilerini ekleyip, kendimi aşmaya devam ediyorum... Ne de olsa hayatta tutarlılık önemli, değil mi :)

Bugünkü yazımda sizlerle unutkanlık mevzusundan öte, sonucuyla ilgili bir bilgi paylaşacağım. Aranızda bu püf noktasını bilen, uygulayan ya da en azından duyanlar olmuştur, eminim...

Pazar günü ev işi saatlerimde ayıptır söylemesi semizotu pişirdim. Tam da mevsimi, öyle güzel, çıtır çıtırlar ki... Tam yemeği bitirdim, bir taşım kaynayacaktı ki, dedim şu çamaşırları makineye atayım o sırada... Çamaşırları attım, o esnada yolda başka şeyler gözüme takıldı, ay şunu da yapayım, burası da pislenmiş derken... Yemek yandı tabiki... Neden sonra aklıma geldi, koştum baktım, dibi gitmiş... Hemen üst kısmından kurtarabildiklerimi başka bir tencereye alsam da dibinin durumu fenaydı... Suya bassam, bekletsem nafile olacaktı, iki parmak kalınlığında yanmış semizotular. Derhal annemin püf noktası aklıma geldi...

Dibi yanmış çelik tencerenizin (teflon ve seramiklerde yapmak pek mantıklı gelmedi bana ama bilemiyorum yine de) içerisine biraz su ve toz çamaşır makinesi deterjanını koyuyorsunuz (Ben yaklaşık 3 çorba kaşığı kadar deterjan kullandım. Doğru ölçüsü var mı ya da nedir, bilmiyorum). Ardından tencerenizi ateşte kaynamaya bırakıyorsunuz. Ben bu sırada biraz karıştırıyorum ki çözülmesine yardımcı oluyor (çok yüksek harlı ateşte bırakırsanız köpürüp taşar, unutmayın). Biraz kaynamaya başladıkça parça parça çözülüyor dipteki yanık. Ardından daha fazla, daha fazla, daha fazla... Bu sırada kuvvetli bir deterjan kokusu oluyor. Bu kokuyu solumanın çok da sağlıklı olmadığına eminim. Davlumbazı son seviyede çalıştırıp, pencereyi de açınca o da kayboluyor, hiç sorun yaratmıyor. Beş dakika kaynadıktan sonra içerisinde simsiyah bir su ve parça parça yanıklar yanıklar yüzüyor. Ateşten alıp, lavaboya döküyorum suyu... Benimki çok fena yandığı için ufacık siyahlıklar kalmıştı ama hemen sıcakken bulaşık fırçasıyla tek geçişte hepsi çıktı. Ardından tenceremi bulaşık makinesine attım, pırıl pırıl çıktı... Hatta eskisinden daha temiz ve parlak oldu diyebilirim! Hem de sadece 10 dakikada...

Hafif tutan tencere dipleri zaten problem olmuyor. Biraz sıcak suda bekletip, biraz da bulaşık makinesi deterjanının yardımıyla mevzu çözülüyor. Ancak başına gelenler bilir, tencerenin atılmasını gerektiren yanıkların durumu neredeyse çözümsüz oluyor. İşte çözümümüz budur ;)

16 Nisan 2014 Çarşamba

15 Dakika İçin Buradayım


Blog yazılarımı sabah ofise geldiğimde yazıyorum. Saat 08.00 civarında masama oturmuş oluyorum ama patronumun gelmesiyle yoğunlaşan işimin tam yoğunluk kıvamına gelmesi ise 10.00-11.00'i buluyor. Bu sayede sabahtan itibaren salim kafayla yazı yazıp, üzerine de zevkle takip ettiğim blogları geziyorum.


Ancak bugün için sadece 15 dakika buradayım. Bu hafta sabah 08.00'den itibaren işlerim o kadar yoğun ki değil yemek yemek, blog okumaya bile fırsatım olmuyor. Tam da bu nedenle bu hafta takip ettiğim hiçbir blog sayfasını okuyamadım, bana bırakılan yorumlara ve mesajlara dönüş yapamadım :( Blog dünyası hayatımda öyle büyük bir yer kaplamış, o kadar keyif aldığım bir yer olmuş ki hafta başından beri büyük eksikliğini hissediyorum...

Normalda Pazartesi, Çarşamba ve Cuma olan yayın günlerimi bu Cuma günü yerine getiremeyeceğim... Bu haftanın yoğunluğunun ardından, önümüzdeki hafta da bir o kadar sakin olacak programım. Bu sayede uzun uzun yazılar yazacağım, sayfalarınızı sindire sindire gezip, her zamanki gibi uzuuunn yorumlar bırakacağım :)

Çoğu insan böyle açıklama içeren bir yazıyı gereksiz görebilir. Ancak sayfama düzenli olarak ziyarete gelenlere açıklama yapmam gerektiğini düşünüyorum. Nitekim ısrarlı bir şekilde takip ettiğim blog yazarları ola ki bir süre yazı yayınlamazlarsa derhal sayfalarına koşup, merakımı bildiren bir yorum bırakıyorum. Böyle de sapık tipindeyim :)

Önümüzdeki hafta temiz kafa ve keyifli bir ruh hali ile görüşmek dileğiyle...

Sevgilerimle ♥


14 Nisan 2014 Pazartesi

Akılsız Baş, Ceza, Ayak


Son dönemde öyle bir unutkanlık var ki üzerimde, şaşarsınız. Bahardan mıdır, yoğun iş temposundan mıdır, vitaminsizlikten midir, bilmiyorum... Neler mi yapıyorum, ahh ahh :) Sadece son haftada başıma gelenler için buyurun:


Geçen hafta Pazartesi günüydü, ofise geldim, cep telefonum yok... Evde unutmuşum... Allahtan şirket telefonu olarak kullanmıyorum, tamamen şahsi telefonum. Bu sayede sıkıntı yaşamadım ama kendimi nasıl çıplak, nasıl eksik hissettim anlatamam!

Yine geçen hafta Perşembe günüydü, eşimle beraber evden çıktık. Alt sokağa geldiğimizde nasıl farkettim bilmiyorum, ofise giriş-çıkışlarda kullandığım kartımı evde unuttuğumu farkettim. Muhteşem kocam gerisin geriye koştu eve, aldı getirdi. Hemen arabanın açık olan raf gözüne koydum, güzel bir ohh çektim. Ardından ofise doğru yolumuza devam ettik, arabayı park ettik, benim ofisin kapısındaki turnikelere geldik ki kartımı bu sefer de arabada unuttuğumu farkettim! Niye bu kadar dertleniyorsun, demeyiniz. Arabayı park ettikten sonra 15 dakika yürüme mesafemiz var... Kart ile beraber cep telefonumu da arabada unuttuğumu farkedince, yetti artık, dedim. Sağolsun eşim yine bana eşlik etti, gerisin geriye arabaya yürüdük. Telefonumu ve kartımı alıp, yine ofise döndük... Bu günü de böyle atlattık... Akılsız baş, ceza ve ayak denklemini şahane bir şekilde kurmuş oldum :)

Günlerden Pazar oldu... Güzel havayı fırsat bilip kendimizi sokağa attık. Çok güzel bir yere gittik, bu hafta anlatacağım size, fotoğrafları hazırlamam gerekiyor. Akşamüzeri sokak gezmesinden gelince evde iş bekler tabi, hemen yemek yapmaya giriştim. Ayıptır söylemesi taze fasulye pişirdim. Ah pek güzel, aman çok güzel, ohh ne güzel de oldu, derken düdüklü tencerenin kapağını açtım ki fasulyede bir tuhaflık var. Ne olduğunu anlamaya çalıştım, hani duru suya gibi olmuş, yeşil yeşil... Allah allah niye böyle oldu, derken farkettim ki salça koymamışım (ben kıymalı yemeklere domates kullanmıyorum, ev yapımı salçadan yanayım). Bir insan yemeğe salça koymayı nasıl unutur, bir açıklar mısınız?! Yemeği yapma, daha iyi! Sonra yemeği daha da karıştırınca kıyma koymayı da unuttuğumu farkettim! O yorgunlukla sinirimden çatladım tabiki... Hemen kenarda salçayı kavurdum, yemeğe kattım, bir taşım daha kaynattım... Beraber pişmiş gibi olmadı tabiki ama yemekleri ziyan etmeme konusunda evimizde çok katı kurallar olduğu için akşamına tabaklara koyulup yendi. O tencere bitecek arkadaş :)

Velhasıl böyle bir hafta geçirdim. Bu anlattıklarım büyük unutkanlıklardı. Bunların dışında her an bir şeyler unutuyorum, atlıyorum... Sanırım tatile gitmemiz şart, aklımı boşaltmam gerekiyor... Belki bir de B vitamini kürü yaparım... 

Belki de aşığım, ondandır bunlar hep ♥






11 Nisan 2014 Cuma

Bu Dursun Burada, Bakarım Sonra #1

Bu blog sayfalarımı biraz da kendime notlar olsun diye yazıyorum. Hani "Bu dursun burada, bakarım sonra" mevzusu da buradan geliyor :) Bugünkü yazım da "Bakarım sonra" modelinde olacak. Hatta bilhassa başlığı numaralandırdım ki başka başka listeler de ekleyebileyim.

Dünya'da eşimle beraber gezmeyi istediğimiz o kadar çok yer var ki hangisini saysak bilemeyiz. Ancak bazılarının kalbimizde yeri başkadır. Günlük hayat koşuşturmacası, vakitsizlik, maddi imkanlar derken o kadar çok engel çıkıyor ki karşımıza (Hele ki Euro 3TL olmuşken). Biz yine de kurduğumuz hayallere sadık kalıp, her sabah işe gitmek üzere 6'da kalktığımız günlerde bizi motive edecek olan listemizi aklımızın köşesinde tutuyoruz. Bir de buraya yazalım değil mi? Hem neydi, sizler daha iyi birlirsiniz, düşünce panoları, evrene yayılan enerjiler ve bunun gibi çok da eski olmayan bir zamanda hayatımıza giren "The Secret" mevzuları :)

MALDİVLER
Maldivler'e çiftler balayında giderler. Bizim her şeyimiz ters ya bu da ters oldu. Balayımızda Güneydoğu Anadolu Turu'na gittik :) Yazı dizisi olarak da burada yazdığım yazılarda hikayemizi görebilirsiniz. Ölmeden önce beyaz kumlardan denize girme hayalimizi Maldivler'de gerçekleştirmek istiyoruz. Hem bilmemkaç yıl içerisinde su seviyesinin yükselmesiyle adalar su altında kalacakmış. Ölmeden görmek şart oldu... Şimdiye kadar neden gitmediğimizi sorarsanız; hem zaman olmadı hem de ev borçları, araba borçları derken hiç de ucuz olmayan bu tatil için bütçe ayırmakta sıkıntı yaşadık. Olsun, her şey sırayla... Gideceğiz... Yazıyorum buraya :)




MACHU PICCHU
Machu Picchu aslında eşimin hayali. Biz daha ilk tanıştığımız zamanlarda bile hayaliydi... Evlilik de birbirinin hayallerine ortak olmak demek değil mi? Artık bu hayalimiz de ortak. Bu bölge ile ilgili tek endişem, tarihi taş kalıntılar, canlı canlı görüldüğünde çok da enteresan olmuyor sanırım. İngiltere'deki Stonehenge'i gördüğümde de aynı hisse kapılmıştım. Kesinlikle fotoğraflardan bakıyor olmak çok daha etkileyiciydi. Eşimin de bölge ile ilgili iddiası, kalıntıların değil de dağın tepesinde kurulmuş bu eski Maya şehrinin bulunduğu doğanın güzellikleriymiş asıl görülmesi gereken. Fotoğraflarına bakıp, hakkındaki belgeselleri de izlediğimde haklı olduğuna karar vermemek elde değil, muhteşem bir doğa seyri var.




KÜBA
Küba, hem benim hem de eşimin çok eski hayallerinden. Tanıştıktan sonra seyahat ile ilgili sohbetlerimizde hemen bu ortak hayalimizi gördük ve derhal listeye aldık. Başka bir zamana yolculuk gibi görünen Küba'yı mutlaka tecrübe etmek istiyoruz. Puroları ve eski arabaları da unutmamak lazım.




İSKOÇYA
İngiltere'de kısacık da olsa kaldığım dönemde (Bu konuda da ufak bir hikayem var, başka yazıda artık) İskoçya'ya da geçmeyi çok istemiştim ama kısmet olmamıştı. Hayatımın bir döneminde mutlaka görmek istediğim doğal güzellikleri, tarihi ve olmazsa olmaz eski zamanlarda yaşadığınızı hissettirecek şatolarıyla hayallerimi süslüyor.




NEW YORK
Genel olarak Amerika'ya gitme hayalimiz var ama ilk hedefimiz New York olacak. Eşim üniversite zamanında bir süre Amerika'da kalma şansı yakalamış olsa da ben kıtalarına adım atma şansı henüz yakalayamadım :) Bir de eşim hep der "New York'un metrosundan aktarma yaparken geçtim ama bir kafamı çıkartıp sokağına çıkmadım. Yanarım, yanarım, ona yanarım" diye :) Bakalım nasıl bir şeymiş özgürlük.



SANTORİNİ
Kurulduğu yamaçtan uçsuz bucaksık denizi ve batan güneşi seyredeceğimiz bir tatil hayal ediyoruz. Hani bembeyaz oteller, her odanın önünde jakuzisi ve havuzu... Güneşin doğuşu ve batışı derken, hep denize bakalım...



PARİS
Ben Paris'e gitmedim, gideceğim :) Gezenti eşim, Paris'e de gitmiş tabiki. Hem de biz tanışmadan iki ay önce! Nasıl bir bahtsızlıktır bu... 

Paris benim hayallerimden bir tanesi. Eiffel Kulesi falan palavra... Ben Paris sokaklarında yürüyüp, müze gezip, müzik dinleyip, pastane ürünleri tüketerek, şarap şişelerinin dibini görmek istiyorum. Hayalim bu :)



NORVEÇ FİYORTLARI
Görmeden ölmek istemediklerimden bu da... Hani şu iki haftalık gemi turları var ya... Tam olarak onlardan... Fiyortların arasından giderek, kar ve buz kütlelerini yararcasına, muhteşem yeşillik ve doğa manzaraları eşliğinde seyahat etmek. Hiç buralarda tecrübe edemeyeceğimiz bir doğa olayı... 




DUBAİ
Dubai'yi görme hayalimiz çok yeni aslında. Nereden çıktı derseniz, annem son seyahatini Dubai'ye gerçekleştirdi. Orada yaşayan ve çalışan aile dostlarımızı ziyarete gitti, bir hafta kadar kaldı. Anlat anlat bitiremedi. Fotoğraflar, videolar, yaşam kalitesi derken aklımızı başımızdan aldı. En büyük hayal/hedeflerimizden birisi oldu burayı ziyaret etmek. 

Dubai ile ilgili olarak giden kişilerin çok farklı fikirleri var. Kimisi yapay, arap, görgüsüz, tutucu, islam, bina, avm...derken; kimisi de refah, özgürlük, modernlik, para, yaz... diyor. Annem de ikinci gruptan oldu. Fikir konusunda elin insanlarına mı güveneyim, anneme mi :) 



JAMAICA
Yine beyaz kum mevzusu burada da karşımıza çıkıyor. Maldivleri katlayacak kadar muhteşem doğası, elle boyanmış gibi balıklara ev sahipliği yapan muhteşem sualtı hayatı ve kumsalda uzandığınızda rüzgarla hışır hışır yapan palmiyeleriyle aklımı başımdan alıyor. Sahil şeridi haricinde ise akıllara zarar doğası, bitki örtüsü, dağları... Kimbilir , gider görürüz belki bir gün :)