31 Ekim 2014 Cuma

Kıtı Kıtı Kıtı Kıtı...


Evet, başlıkta gördüğünüz "Kıtı kıtı" efekti, dişlerimin birbirine vurarak takırdama sesi! Bir günde mi kış geldi yoksa bir günde biz mi kıştan sıkıldık bilmiyorum ama bu sabah işe yürürken eşimle beraber yüzümüzde ilk defa soğuk yanığını hissettik. Bir yandan şakır şakır yağan yağmur, bir yandan acı acı vuran poyrazla beraber şemsiyemizle bir o yan bir bu yana savrulduk. Çok söylendik, ahh uhhhladık...

Daha Pazar günü Belgrad ormanında güneş altında bisiklet sürerken konuşuyorduk "Ohh hava ne güzel. Hem sürekli yaz olsa sıkılır insan, şu güzel sonbahar renklerine bak" diyorduk. Nereye gitti sonbahar? Yahut da bizim 4 mevsim aşkımız ne oldu? Hani hep yaz olsun istemiyorduk? Dönek miyiz cancağızım?

Aslında hayatımızdaki her şeyden de böyle sıkılıyoruz. Hep farklı bir şey isterken buluyoruz kendimizi. Yaz gelsin diyoruz, off çok sıcak oldu kış gelsin istiyoruz. İş istiyoruz, işten sıkılıyoruz. Tatil istiyoruz, eve dönelim artık diyoruz. Aşk istiyoruz, ay ne zor şeymiş ilişki yürütmek diyoruz. Kilo vermek istiyoruz, sıkıldım bu diyetten diyoruz. Listemiz ise böyle uzayıp gidiyor... 

Hani "maymun iştahlı" denir ya, aslında hepimiz böyleyiz sanırım. İnsanlık denen şey işte... 

Bugün soğuktan söylenip, burnum ve ellerim soğuktan kızarmış bir şekilde sıcacık ofisime girip, yumuşacık koltuklu masama oturduğumda bir karar verdim. Çok şanslıyız... Bu şanslarımızı farkedip, mutlu olup, şükretmeliyiz.

Bilhassa ülkemizin yaşadığı bu zor dönemde, insanların öldüğü, açlık sınırında yaşadığı, belki sokakta yatmak zorunda olduğu, en insafsız koşullarda çalışmak zorunda kaldığı, her an ölümün eşiğinde endişeyle yaşadığı, iç ve dış savaşın eşiğindeki ülkemizde...

Azıcık burnum üşümüş, parmaklarım kızarmış... Bir şey mi bunlar...

Kendime İtiraf ve Not: Çok şanslısın. Sağlıklısın, mutlusun, seni senden daha çok seven bir eşin, varlığınla mutlu olan kedilerin, can kadar değerli bir ailen, işin gücün, maaşın, imkanların, evin barkın var. Daha ne istiyorsun? Tabiki her zaman bir şeyler isteyeceksin ama kendini mutsuz edecek şeyler arama artık. Hava güneşliyse tadını çıkart, hava soğuksa da sıcak evinde demlediğin çayını iç ve söylenme. İmkanların dahilinde mutlu olmak için yaşa. Şanslı olduğunu bil, hatırla.









28 Ekim 2014 Salı

Bumerang Blog Ödülleri'nde Aday Oldum


Daha önce pek çok defa söylediğim gibi çokça kendim, biraz da sizler için yazıyorum bloğuma. Hani burada da bir bencillik, hep banacılık var :) Şaka bir yana, kendime arşiv tutuyorum, güzel anılarımı ve düşüncelerimi yazıyorum. Eş zamanlı olarak da yazdıklarımı okuduğumda kendime uzaktan bakmış oluyorum, hatalarımı görüyorum, izliyorum... İşin okuyucu kısmı ise tabiki çok ayrı keyifli. Yazdıklarımın başkaları tarafından okunması, yorumlar gelmedi, takip edilmesi ya da kişilerin internette bir konuyu ararken sayfama gelmesi ve kendine faydalanacak bir bilgi bulmasından daha kıymetli bir şey de yok... Sonuç olarak benim için her iki yönüyle de vazgeçilmez oldu bloğum ve takip ettiğim diğer blog sahibi arkadaşlarım.

İnsanın bloğu olunca, blog yazarlarını en çok destekleyen Hürriyet'in Bumerang ve Yazar Kafe sistemine de dahil olmamak mümkün değil. Hem maddi, hem de trafik açısından desteği yok sayılamaz... Ben de geçen sene Kasım ayında bloğumu açtıktan iki hafta sonra Bumerang'a başvurdum, nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde anında Platin üyeliğim onaylandı ve yazılarımı Yazar Kafe'de  yayınlama şansı elde ettim. Bir senedir de düzenli olarak her yazımı Yazar Kafe'de yayınlıyorum. Bir yılın ardından işte o meşhur, blog yazarları için pek kıymetli olayın zamanı geldi, HÜRRİYET BUMERANG BLOG ÖDÜLLERİ 2014. 

Bumerang Blog Ödülleri'nin duyurularını gördüğümde pek önemsemedim açıkçası, nasılsa ben daha çok yeniyim ödül de neyime, diye düşündüm. Sonrasında kategorilerde göz gezdirdim ve  "En İyi Çıkış Yapan Blog" ödülünün adaylık kriterlerine uyduğumu farkettim. Olur mu, olmaz mı? Yok canım olmaz... Birincisi ben "çıkış" yapmadım, ikincisi çok yeniyim, üçüncüsü de benden katlarca fazla takipçisi, oylamalarda destekleyicileri var... Bana sıra gelmez, "kaybetmiş" olmayayım, iyisi mi hiç girmeyeyim dedim... 

Aklıma bu seneki hedeflerim geldi ardından... Sınırlarını zorla, çekinme, adım at, hayır demekten korkma, yapamamaktan çekinme, güvenli bölgenden çık, yeni şeyler öğren... Tüm bu hedeflerim yönünde hareket etmeyi başardığımı farkettim bu sene... O zaman bu ödüllere de neden aday olmayayım. Kazanamasam da önemli değil. "Girmedim, kaybettim" demektense; "girdim ama kazanamadım" demek daha güzel değil mi? Başvurdum bende. Kabul edildi adaylığım, işte ilk adım başarıldı :)

Çok çok çok uzun lafın kısası, Hürriyet Bumerang Blog Ödülleri 2014'te "En İyi Çıkış Yapan Blog" kategorisinde adayım. Bu noktadan sonra bana verilen linki sizinle paylaşıp, desteğinizi rica etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Bana oy verin, noooooluuuurr, lüüütfeeen demeyeceğim size. Çünkü herkes, hakettiğini düşündüğü bloglara oy vermeli. Beni ve yazılarımı takip edenler, bir senedir aralıksız bir şekilde düzenli yazı yayınladığımı görenler, fikirlerimi ya da yazım şeklimi beğenenler var ise bana bu şekilde destek olabileceklerini hatırlatabilirim sadece. Bir ben değil, çok sayıda farklı dalda yarışıyor bloglar. Eğer ki sizin de beğeniyle takip ettiğiniz bir blog sayfası var ise mutlaka onlara oy verin... Blog yazarını desteklemek için yapabileceğiniz daha güzel ne olabilir ki?

NASIL OY VEREBİLİRİM?

Oylama şöyle işliyor: Oy Ver'e tıkladığınızda oylama sayfası açılıyor. Bu sayfada sizden cep telefonu numaranızı yazmanız isteniyor. Cep telefonu numaranızı yazmaktan hiç çekinmeyin. Çünkü numara girişinin sebebi, sizin telefonunuza şifre göndermek ve o şifreyi aynı sayfada geri yazabilmenizi sağlamak. Bu sayede tekrar eden oylamayı ve gerçek kişilerin oy kullanmasını sağlamaya çalışıyorlar. Oy verme işlemi tamamen ÜCRETSİZDİR ve herhangi bir kayıt gerektirmeksizin girdiğiniz cep telefonu numarası da Hürriyet'in garantisi altında. Hürriyet, cep telefonu numaranızı 3.kişilerle paylaşmayacağının garantisini veriyor.

Cep telefonunuza gelen şifreyi, sayfada ilgili yere yazdığınızda oy verme işleminiz tamamlanıyor. Yani tüm işlem 10 saniye sürüyor...

Bu noktada "Bu kızı beğeniyorum, güzel de çıkış yaptı hani. Bir senede fena gitmiyor, çalışıyor, yazıyor." diyorsanız ve bana oy vermek istiyorsanız, aşağıdaki "Oy ver" kutucuğuna basabilirsiniz ♥



27 Ekim 2014 Pazartesi

KOŞ KEDİ KOŞ!

* Rastgele seçilmiş diğer odaya, koşabildiğim kadar hızlı koşmalıyım! * 

Evinde kedileriyle en mutlu hayatları, en güzel dostlukları ve sevgiyi yaşayanlar bugünkü yazımda anlatacağım durumu çok iyi biliyorlar. Hep öykü kitaplarında, karikatürlerde resmedilen kedi tipi: şömine önünde uyuyan, elinde minik bir yumak deviren, sallanan sandalyedeki kişinin kucağında oturan... Gerçek böyle değil, biliyorsunuz değil mi :)

Modern ev kedilerinde öyle hanım hanımcık, kıvrılmış şekilde uyuma durumu olmuyor genelde. Çoğunlukla sırt üstü, bacaklar havaya dikilmiş, ağız hafif açık, gözler pır pır ederek, kaba tabirle "malak" gibi uyuma söz konusu :) Ayrıca aynı şekilde yumakla falan da oynamıyor modern kediler, çünkü evlerde yumak yok... Onlar da bulabildikleri çer çöp, kedi oyuncağı, toka, lastik, televizyon, perde, koltuk gibi eşyaların tepesine çıkarak ve geri atlayarak aksiyon filmi çekiyorlar.Yani modern kediler malak gibi uyuyor, uyurken canları isterse sevdiriyor ve ev eşyalarına nasıl daha çok zarar verebilecekleri konusunda çalışıyorlar. 

İki kedili evlerde ise (Bkz: Bizim Ev) daha çok bir koşturma hali hakim. Birbirlerini kovalayıp, yakalayınca hafif bağırtılar eşliğinde yuvarlanarak oyun oynuyorlar. Eş zamanlı olarak da oyunun bonusu olarak ev eşyalarına zarar verme konusunda özel teknikler deniyorlar, o ayrı konu.

Bir de yazımın asıl konusu olarak anlatmaya niyetlendiğim ama üç paragraftır bağlayamadığım konuya şuan balıklama atlamak isterim: deli gibi koşan kediler :) Bu deli gibi koşma hali biraz da kedinin karakteri ile alakalı sanırım. Çünkü şişman kızımız Pisi hanım kriz geçirmiş gibi koşmazken, Çakıl kızımızda bu delilik halini çok net görebiliyoruz. Köşede uslu uslu oturan, camdan bakan Çakıl kızımız bir anda gözlerini faltaşı gibi açıyor, kulaklarını dikiyor, ağızını yarım açık bırakacak şekilde hafif de dilini dışarıya çıkıyor. Tüm bu fiziksel hazırlıklardan sonra "Mıııırrrrkkk!" diye bir delirme sesiyle beraber sanki yarışa başlamış gibi evin her köşesinde koşuyor. Bir o odaya giriyor, bir diğerine, hız kesmeden ve bazen duvarlara çarpa çarpa koşuyor. Aklında planladığı parkuru tamamladığında ise başladığı yere geri gelip biraz daha oturuyor; sonra yeniden, yeniden... Bildiğiniz delilik bu!

Bu garip durumun sebebini evde yaşamalarına bağlamıştım ilk başta. Hani doğal ortamlarından uzakta, doğadaki hareketlerini taklit ediyorlar ve enerjilerini boşaltıyorlar diye düşünüyordum. Ancak sonrasında annemlerin bahçelerindeki kedileri ve internetteki videoları izlediğimde anladım ki "kediler deli" ya da bizim anlamlandıramadığımız bir hesapları var... Bahçedeki doğal ortamında avlanarak, sosyalleşerek yaşayan kediler de aynı şeyi yapıyorlar... Demek ki bunların huyları böyle... Koş kedi, koş!

Sizlerin kuzu kedileri de böyle 15'er dakikalık delirme ve koşma krizleri geçiriyorlar mı? Sizce sebebi nedir? Ne dersiniz bu konuda?


24 Ekim 2014 Cuma

BİR ŞEYLER YAP! BUGÜN, ŞİMDİ...

Bugün yine internette gezinirken rastladım yukarıdaki görsele, çok hoşuma gitti, düşündürdü beni. Ben mi her şeyin İngilizcesini buluyorum, yoksa yeterli Türkçe kaynak mı yok bilmiyorum... 

... Bir şey yapma --> Suçluluk Hisset --> Gelecek İçin Endişelen -->Güçsüz Hisset --> Bir Şey Yapma ...

Siz de bu döngüde misiniz? Hiçbir şey yapmadan, sonuç almaya mı çalışıyorsunuz? Belki işyerinizde, belki sosyal hayatınızda? Eğer öyle ise, bundan vazgeçebilirsiniz. Bir şey yapmazsanız, hiçbir sonucu da olmayacak, kabul edin. Yapacağınız şeyler, atacağınız adımlar "hayat değiştirecek büyüklükte" olmayabilir. Dünya için küçük, sizin için büyük adımlar olabilir. Adım, adımdır değil mi? Olaylar ileriye giderken siz yerinizde durursanız, geride kalmak kaçınılmazdır, değil mi?

Kişisel mutluluklar da küçük adımlarla gelmiyor mu? Her ufak adım, beraberinde bir sonraki adımları ve o adımlardan daha büyük başarıları, mutlulukları beraberinde getiriyor.

Hayatınızda istediğiniz yerlere varmanın, gelecek konusundaki endişelerinizi azaltmanın, güçlü hissetmenin ve kendinizi suçlu hissetmemenin tek çözümü "bir şeyler yapmak".

İş yerinizde problemleriniz mi var? Hepimizin var, kabul edelim. Ancak terfi istiyorsanız, daha iyi maddi ya da sosyal koşullar istiyorsanız, çabalamanız gerekiyor. Sadece size verilen işi yaparak, sizden beklenen performansı en düşük seviyede sağlayarak terfi ya da zam alamazsınız ki... Bir şeyler yapın, adım atın, diğerlerinden daha iyi olduğunuzu kanıtlamaya çalışın, farklılıklarınızı dile getirin ve gösterin. Farklılıklarınızdan korkmayın... Düşük ya da ortalama bir performansla gelmiyor hiçkimse bir yerlere. Dışarıdan baktığınızda bazı insanlar öyle görünüyor olabilir, "adama bak işi bile bilmeden nerelere geldi" diyor olabilirsiniz. Ancak emin olun ki onun da başka becerileri vardır, belki sosyal belki de üçkağıtçılık yapabilme... Her şey olabilir... Her şeyi yaptınız, hala sonuç alamadınız mı? Yine bir şey yapın ve sizin yeteneklerinize, farklılıklarınıza daha uygun görünen başka şirket araştırın.

Sosyal hayatınızda bir ilişkinizde problem mi var? Diyelim ki eşinizle problem yaşıyorsunuz. Hiçbir adım atmadan, hiçbir ilerleme de yakalayamayacağınızın farkındasınız değil mi? Dile getirin, çözüm arayın, sorun, sorgulayın, anlamaya çalışın. Yeter ki bir şeyler yapın.

Bu denklemi, hayatınızın her alanına, ilişkisine, ortamına, sorununa uygulayabilirsiniz. Korkmayın hiçbir şeyden, kişiden, olaydan, sorundan ve sorumluluktan. Siz adım attıkça çözülecek her şey.



22 Ekim 2014 Çarşamba

Hayatınıza ve Diğer Hayatlara Anlam Katmaya Ne Dersiniz?


Herkesin bildiğini düşündüğüm LÖSEV'i (Lösemili Çocuklar Vakfı) duymayan kalmamıştır sanırım. Arı gibi çalışan muhteşem gönüllüler ordusuyla, binlerce hayata, çocuğa ve ailelerine ulaşıyor. Ünlü, ünsüz pek çok kişinin katkısıyla etkinlikler düzenliyorlar, bağışlar topluyorlar. Bu bağışlarla, lösemi hastalarının tedavileri, maddi ve manevi ihtiyaçları karşılanıyor. Ayrıca lösemi hastası çocukların ailelerine maddi yardım, psikolojik ve sosyal destek veriyorlar. Yani yaptıkları şey sadece maddi yardım değil, yeri geldiğinde bu süreçte çok yorulmuş anne ve babalara bir omuz olmak... Velhasıl benim kelimelerim yetmiyor anlatmaya, siz iyisi mi resmi sitelerini bir ziyaret edin. Hem projeleri, yaptıkları işler, hem de sizin nasıl yardımcı olabileceğiniz konusunda detaylı bilgi edinin: www.losev.org.tr (Yeni pencerede açılır).

Ben bugünkü yazımda, sınırlı kelimelerimle LÖSEV'i anlatmaya kalkmayacağım size. Ancak hiçbir şey yapmadan, ne yapabilirsiniz konusunda ufak bir hatırlatma için buradayım. Belki bilenleriniz vardır, LÖSEV'in gönüllüleri tarafından yapılan ürünlerin satıltığı bir internet dükkanı var. Bu dükkanda neler yok ki! Erişteler, tarhanalar, takvimler, nikah şekerleri, el emeği seramikler gibi bir sürü farklı seçenek var. Hepsi gönüllü yapıldığı ve satışa sunulduğu için çok uygun, erişilebilir fiyatlara satılıyorlar. Neden siz de sevdiklerinize böyle bir hediye, evinize güzel bir süs eşyası ya da akşam yemeğinizde sofranızı şenlendirecek bir paket erişte almayasınız? Hem de geliri, lösemili çocuklara giderken... Alabilirsiniz, çok da güzel olur. O zaman buyrun LÖSEV'in LsvDükkan isimli resmi internet sitesine: www.lsvdukkan.com/ (Yeni pencerede açılır)

Hayatlara dokunmaktan, ihtiyaç halindeki birisine omuz olmaktan, destek olmaktan daha güzel ne var şu hayatta? Siz de maddi, manevi, fiziksel, ne şekilde uygun görüyorsanız destek olun yardım kuruluşlarına. Kendi ilgi alanınıza göre bir kuruluş seçin. İster hayvanlarla ilgili, ister insanlarla ilgili, ister farklı sosyal konularla ilgili, isterseniz de doğa ve dünya ile ilgili kuruluşlarla çalışın. Siz de akşamüzeri evinizde oturmuş televizyona bakarak vakit öldürürken ya da havanın ne tatsız olduğunu düşünürken kalkın ve hayatı hem kendiniz, hem de ihtiyacı olan insanlara/hayvanlara/doğaya daha güzel hale getirmek için diğer gönüllülere katılın. Emin olun ki vakit öldürmek için gezeceğiniz alışveriş merkezleri, izleyeceğiniz televizyon dizileri, her geçen gün ihtiyacınızdan kat kat fazla yapacağınız alışverişler, içinizdeki sıkıntıları yok etmeyecek. Başka insanlara, hayvanlara, doğaya yardım etmek ve destek olmak ise paha biçilmez bir tatmin sağlayacak.



20 Ekim 2014 Pazartesi

Yediğiniz Yiyecekler "Gerçek" Mi?


Başlıktaki soru ne kadar da saçma geliyor, değil mi? Yediklerin gerçek mi? Tabiki gerçek, yiyiyorum ya... Şeklinde şaşkınlıkla cevabı geliyor. Ancak soruyu biraz düşünerek okursanız ve cevabını, yediğiniz yemekleri inceleyerek verirseniz, yanıtınız kocaman bir "hayır" olacak!

Aslında hepimiz biliyoruz ki günümüzde tükettiğimiz yiyeceklerin çoğu fabrikadan çıkıyor. Biz kuzu kuzu, geleneksel yöntemlerle hazırlandığını ve bizlere satışa sunulduğunu sanırken aslında üretimi sırasında içerisine kimyasallar, katkı maddeleri, gelenekselden çok uzak maddeler ekleniyor. Mesela siz de evinize aldığınız yoğurdun bir ay boyunca bozulmadığını, paket içerisinde aldığınız ekmeklerin küflenmediğini ya da sütlerin hiçbir şekilde ekşimediğinin farkında mısınız? Eminim farkındasınızdır...

Doğadan gelen, doğal olan her şeyin son kullanma tarihi var. İnsanın, hayvanın, bitkilerin, her şeyin bir ömrü var ve ömrünü tamamladığında ölüyor, bozuluyor... Ancak paket içerisinde aldığımız hiçbir şey bozulmuyor...

Bu konu hepimizin aklında aslında, biliyorum. Ancak kapitalist sistemin o kadar içerisindeyiz ki günlük hayatımızda tabağımızda olan "şey" hakkında, ne yediğimiz ve kaynağının ne olduğu hakkında sorgulamayı bıraktık, unuttuk, unutturulduk. Sebze yemeği dahi pişirdiğimizde, içerisine koyduğumuz salçanın arka etiketinde yazan malzemeleri araştırmayı bıraktık. Hani şu uzun süre dolapta dursa bile küflenmeyen salçalar... 


Haftasonu dışarıya çıktığımızda yemeyi seçtiğimiz, yemekten başka her şeye benzeyen hızlı tüketim gıdalarını çocuklarımıza yedirmekte sorun görmez olduk. Çikolatalar, gofretler, hap gibi sakızlar, çikolatalı fındık ezmeleri, cipsler, ön kızartma yapılmış paket patates kızartmaları... Hepsini yedik, çocuklarımıza ve ailemize yedirmekten de rahatsız olmadık... Hatta eskiden inekleri olan ve işkence içermeyen yollarla sütleri sağılan ineklerin misler gibi sütleriyle büyümüşken, şimdiki anneler doktorların sözlerine güvenerek çocuklarına süt vermekten vazgeçtiler, onun yerine ne olduğu bilinmeyen toz mamalarla çocuklarını büyütmeye karar verdiler. Toz mama diyorum, ne olduğu belli değil diyorum, fabrika çıkışı diyorum, büyüme çağında olan "doğal" bir varlığa fabrikadan çıkmış mama veriyorsunuz diyorum... Bence bir daha düşünmekte fayda var... Annelere çok yüklenmek istemiyorum ama evindeki meyveden püre yapmak yerine, kavanozda satılan meyve pürelerini çocuğuna veren anneleri bir daha düşünmeye davet ediyorum... Lütfen alınmayın söylediklerime, sadece bir daha düşünün, neyi doğru buluyorsanız o şekilde devam edin, tek istediğim bu...


Sende durum ne, bu kadar konuşuyorsun derseniz ise yanıtımı vereyim. Ben de şu sonra bir kaç aya kadar işten yorgun argın çıktığımda en kolayıma gelen şeyi marketten seçip, üzerine fazla sorgulamayıp, günü geçirme niyetli yaşayıp, kolaya kaçıp, evde ve dışarıda yemek yediğimde "tabağımda ne var, ne yiyiyorum?" diye sorgulamıyordum. Yaklaşık iki, üç aydır bu sorguya başladığımda, beni çok üzen yanıtlar aldım her defasında. "Tabağımda, fabrika çıkışlı, son kullanma tarihi bile öylesine koyulmuş, kimyasallarla dolu, paketlenmiş bir şey yiyiyorum.", "Tabağımda, hayatı boyunca işkenceye maruz kalmış, bir hayatı bile olamamış, belki güneş bile görmemiş bir hayvanı yiyiyorum." "Tabağımda, çok masum isimlerle etiketlenmiş (doğal, geleneksel, katkısız) bir şey yiyiyorum ama içeriğine bakınca hiç de geleneksel değil." gibi onlarca kötü yanıt aldığım şeyleri yediğimi farkettim. 

Aynı dönemde, zaten uzunca bir süredir daha sağlıklı seçimler yapmak üzere kendimi eğitmeye çalıştığım için YouTube üzerinde de pek çok kanalın sıkı takipçisi oldum. Tabiki bu konularda Türkçe videoların olmayışı sebebiyle tüm kaynaklarım İngilizce kanallar oldu. her defasında farklı bir bilgi edindim, her defasında "içerisinde kapılıp gittiğim döngü"yü nasıl kıracağımı, adım adım neler yapmam gerektiğini anlamaya çalıştım. Sonuçta senelerdir böyle bir hayatın içerisinde olunca köklü değişikliker yapma şansımız olmuyor. Olsun, ne kendimizi ne de vücudumuzu yormadan, farkındalıkla başlayan ufak değişiklikle, sonunda daha doğal bir beslenme grafiğine kavuşacağımızı düşünüyorum.

Bu yazıyı yazmaya da aşağıda görebileceğiniz videodan sonra karar verdim. Malesef ki yukarıda da bahsettiğim gibi video İngilizce, bu konuda özür diliyorum ama dili bilenlerin de mutlaka izlemesini tavsiye ediyorum. Hatta İngilizce bilmeyenler 2:10dk'daki görsellere göz ucuyla bir baksınlar.

Videoda çok severek takip ettiğim Kristina anlatıyor. Bir tabak hamburger ve patates kızartmasını garajında 30 gün boyunca açıkta bırakıyor. 30 günün sonunda hamburger ve patates kızartması aynı duruyor! Küf yok, farklı bir koku yok! Sadece şeklini bozmadan kurumuşlar, taş gibi olmuşlar. Hatta kokusunun bile ilk gün ile aynı olduğunu söylüyor... Aynı deneyi taze sebze ve meyvelerle yaptığında sonuç tabiki çok başka. Değil 30 gün, dördüncü günde bile meyveler küfleniyor, bozuluyor, suları akıyor, sinekleniyor. İşte doğaldan kasıtım bu...


Bozulabilen, küflenebilen, zamanı dolunca ölebilen besinler tüketmeye çalışmak için hiç de geç değil... Ufacık adımlarla da olsa ileriye gitmekten hiçbirimize zarar gelmez... Biz de eşimle beraber bu yolun çok başındayız... Başlangıç olarak hayatımdaki et tüketimimi bıraktım, çok güzel oldu, artık huzurluyum ve bu konuda ayrıca bir yazı mutlaka yazacağım. Eşim ise evimizde artık et pişmediği için et tüketimini çok çok azalttı. Artık dışarıda yediği yemeklerde de sağlıklı tercihler yapmaya, hızlı tüketim yeyeceklerini yememeye, her defasında "Tabağımda ne var, ne yiyiyorum?" sorusunu sormaya çalışıyor, sormaya çalışıyoruz... Bunun dışında ise evimize paketli yiyecek almıyoruz, "İçerisinde şeker var, sakıncalı" diyen doktorların inadına ise meyve yemeye başladık. Sonuçta meyveler topraktan çıkıyor, toplayıcılıkla hayatını geçiren atalarımızın temel besini meyve iken nasıl oldu da zararlı denilmeye başlandı? Tabiki sistem öyle bir işliyor ki meyve yerine fabrika çıkışlı şekerler pazarlanacak. Tabiki o kadar kimyasal şekeri tüketen bünyeye bir de meyve yemek fazla gelecek. Tabiki meyve yerine paketli şeyler tüketilsin istenilecek... Normal şeyler...

Velhasıl, bu yazım çok uzun oldu. Bu konuda henüz hızımı alamadım, başka yazılar da yazacağım mutlaka :) Sabırla okuduğunuz için çok teşekkürler, umarım sizler de "Tabağımda ne var, ne yiyiyorum?" sorusunu kendinize anlık olarak sormaya başlarsınız. Çünkü bir şeyleri bilmek ile o an sormak arasında çok fark oluyor, aklınızda bulunsun :)

Sevgilerimle,




17 Ekim 2014 Cuma

Kadınların Kullandığı 5 Ölümcül Söz Nedir?


İnternette gezerken bu fotoğrafa denk geldim, bayıldım! Gerçekten de hepsi çok doğru ve farkında olmadan tüm kadınlar bu sözleri kullanıyoruz. Bilhassa karşımızda erkek arkadaşımız, partnerimiz ya da eşimiz varken. Bu fotoğraftan da anlaşıldığı üzere tüm dünya kadınlarında aynı! Yani ülke bazlı, kültürel falan değil; Çin'deki kadın da Amerika'daki kadın da aynı tripleri atıyor :)

1- İYİ... Kadın ve erkek bir konuda ya tartışıyor ya da hafif şiddettli konuşuyorsa ve kadın "iyi" diyip, göz devirip, sonuna üç nokta koyuyor. Bu durumun açıklaması kesinlikle, "Haklı olduğumu biliyorum, tartışmaktan sıkıldım, gerçekten seni susturmak istiyorum". Erkeği bu durumda yapması gereken, susmak :)

2- YOK BİR ŞEY... Hepimiz bu sözü kullanıyoruz ve hepimiz "bir şey" olduğunu biliyoruz :) Kadın "yok bir şey" dediğinde, erkek sorgulamalıdır, çünkü kesinlikle bir şey vardır aslında! Peki neden böyle yapıyoruz? Neden karşımızdakine "şu, şu, şu var" diye baştan söylemiyoruz? Sanırım ilgi istiyoruz, merak etsin, o sorsun ve sorgulasın... Çoğunlukla biz kadınların erkeklere ve duygularına ulaşmak için didindiğimiz gibi, erkekler de biz kadınlara ulaşırken biraz didinsin istiyoruz.

3- HAYDİ, DEVAM ET... Tehlike çanları burada çalıyor! Kadın, karşısındakine bunu söylüyorsa kesinlikle bu bir meydan okumadır ve "Ne söyleyeceğini biliyorum, cevabım hazır, dağıtacağım seni. Hele bir söyle, bak neler geliyor, hepsine cevabım var!". Tehlikelidir ve erkek ne pahasına olursa olsun susmalıdır, ilk cümlesinden sonra sert duvara çarpacaktır :)

4-NEYSE... Açılımı "Yok olmayacak, ne söylesem anlatamayacağım, seninle uğraşamayacağım" :) Hem de bu "neyse" kelimesi, hepimizin bildiği gibi kısacık ve keskin bir şeklinde söylenir, daha söyleminde bile bıkkınlık, geçiştirme ve hızlıca konuyu kapama isteği vardır. Hatta çoğunlukla "Neyse, neyse ya, tamam" şeklinde kesiverilir görüşme.

5- TAMAM... "Seninle işimiz bitmedi, yazıyorum kenara. Bu noktada seni de kendimi de daha fazla üzmek istemiyorum, yoruldum. Ancak hiçbir şey bitmedi, unutmadım, ilerisi için planlarım var" Bu söylem, diğerlerine göre çok daha hafiftir. Çünkü kadın ara veriyor ve büyük ihtimalle ilerisi için yaptığı planları unutacak ;)

* Bir de BONUS kelime koymuşlar, ona da bayıldım! WOW! Türkçemizde pek karşılığı olmasa da hepimiz öyle ya da böyle kullanabiliyoruz bu efekti :) Fotoğrafta da yazdığı gibi bu efekt, kesinlikle bir iltifat ya da beğeni değildir. "Vay be, nasıl bir adamsın sen? Budur yani? İnanamıyorum..." diye uzup giden cümlelerin başlangıçıdır :)


15 Ekim 2014 Çarşamba

Bisiklet Kullanmak Nasıl Öğrenilir ve Öğretilir? Yetişkinler için Teknikler!

Bir önceki ŞU (yeni pencerede açılır) yazımda da internet dünyasına bildirdiğim üzere, 30 yaşıma aylar kala bisiklet kullanmayı öğrendim! Bu seneki hedeflerimden birisiydi, gururluyum :) Peki bisiklet kullanmayı nasıl öğrendim? 

Bazı şeyleri ileri yaşlarda öğrenmek gerçekten daha zormuş. Bilhassa bisiklet kullanmak gibi açık fikirli, cesur, korkak olmadan, endişe etmeden ilerlenmesi gereken fiziksel bir beceri olunca... Çocuklara bakarsanız; korkusuzlar, başlarına gelebilecekler konusunda bilgisizler ve en önemlisi hayatlarında sorumlulukları yok. Yetişkinler öyle mi? Ya ben şurada şöyle yapar da düşersem, bacağımı kırarsam, şurada sivri köşeli duvar da var, kırık bacakla nasıl işe giderim gibi zilyon tane endişe geçiyor kafalarımızda. Bu endişe ve korkular da bisiklet kullanmayı öğrenirken ayakbağı oluyor insana.

Genel sıkıntı hakkında bu kadar konuştuktan sonra asıl olarak "Nasıl öğrenilir ve öğretilir" konusuna geçmek istiyorum. Bana bisiklet kullanmayı öğreten eşimle beraber bu işe kalkışmadan önce internette uzun uzun turladık, YouTube videolarını izledik, Türk ve yabancı internet sitelerindeki teknikleri inceledik. Sonunda YouTube üzerinde denk geldiğimiz bir videodaki tekniği uygulamaya karar verdik (Videoyu, yazımın en altında görebilirsiniz, mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum). Çok özelliği olmayan ama etkili bir sistem... Elimden geldiğince kısa kısa size anlatmaya çalışacağım:

1 ♥ Öncelikle bir bisiklet ediniyoruz tabiki. Bu sürecin olmazsa olmazı :)

2 ♥ Yine sürecin olmazsa olmazı kask, dizlik, dirseklik ve isterseniz de koruyucu eldivenler ediniyorsunuz. Hiçbiri para değil; fiziksel güvenliğiniz için ise paha biçilmezler...

3 ♥ Bisiklet kullanmayı öğrenmeye uygun, mümkünse çimenlik ya da en azından toprak ve geniş bir alan bulma aşamasına geldik. Bu aşamada doğru karar vermek çok önemli. Çünkü bisiklet kullanmayı öğrenirken elbet düşeceksiniz ve bu tecrübeyi betonda edinmek istemezsiniz, acıyor çok :) Ayrıca toprak/çimenlik zeminde tekerlekler yere daha iyi tutunuyor, dengenizi çok daha rahat sağlayabiliyorsunuz. Bu nedenle mutlaka böyle yumuşak bir alan bulmaya çalışın. Bilhassa hafif eğimli bir yer bulmanız çok önemli. Eğimli çalışma alanının önemini, aşağıdaki adımlarda göreceksiniz.

4 ♥ Bisikletin iki pedalını da söküyoruz. Bu adım ilk başta çok gerekli gibi görünmüyor ve çıkartmasam da olur deniyor (Bkz:BEN) ama acemi bir bisiklet sürücüsü için o pedallar tam bir bela oluyor. Sürekli olarak bacaklarınızı çarpıyorsunuz (Bkz: BEN), bacaklarınızın dizden alt kısmının her noktası morarıyor (Bkz: BEN)! Siz iyisi mi çıkartın pedalları ve rahat edin ;)

5 ♥ Pedalları çıkarttıktan sonra benim tavsiyem ilk olarak bisikletinizi yanınızda tutarak, beraber bir süre yürümeniz. Bisikletin boyutunu, ağırlığını, gidonunu, frenlerini ve en önemlisi "iki" tekerlekli olmasının nasıl bir şey olduğunu hissetmeniz, tanımanız.

6 ♥ Artık bisikletin üzerine çıkma vakti geldi. Yukarıda bahsettiğim, ilk başta korkutucu gelen ama aslında bisiklet kullanmayı öğrenmenizin kilit noktası olan yumuşak ve eğimli alana gidin. Eğimin tepesinde bisikletinizin üzerine çıkın. Başlangıç seviyesinde, ayak tabanlarınızın tamamen ve çok rahat bir şekilde yere bastığından emin olun; gerekirse selenizi en alt seviyeye indirin. İnsanın ayaklarının yere rahat basması büyük önem taşıyor; güven veriyor, ayağımı basarsam durabilirim hissi yaratıyor. En başta dile getirdiğim önyargı ve endişeleri biraz azaltıyor...

7 ♥ Şimdi selede oturur durumdayken, ayaklarınızla yürür gibi eğimden aşağıya doğru inmeye başlayın. Bu esnada bisikletin fiziksel özelliklerini vücudunuzda hissetmeye çalışın. Hangi tarafa denge kaçıyor, ağırlık merkezi nerede, vücudunuz bisiklet üzerinde nasıl duruyor... Bu şekilde düşme endişesi yaşamadan, güvenli bir şekilde bisikleti ve dengenizi tanıyacaksınız. Bu aşamayı dilediğiniz kadar tekrarlayın. Bu aşama "Bisikletin üzerine asla duramayacağım! Dünyadaki en zor iş bu! Nefret ettim!" diye haykırarak ve moralinizi bozarak geçireceğiniz en zorlu adım... Moralinizi yüksek tutun, yapacaksınız...

8 ♥ Bisiklette oturur pozisyondaken yukarıdaki adımda bulunan "yürüme" konusunda kendinizi iyi hissettiğiniz noktada, hafifçe arada ayaklarınızı kaldırmaya ve kendinizi çift ayakla iterek ilerletmeye çalışın. İlk başta imkansız gibi görünecek ama her defasında daha dengeli, daha uzun aralıklarla ayaklarınızın yerden ayrıldığını görecek ve hissedeceksiniz. Zaten eğimden aşağıya doğru indiğiniz için bisiklet kendi kendine dengeyi de bulmaya başlayacak. Kendinizi iyi ve güvenli hissedene kadar bu adımı yapmaya devam edin. Bu adımda insan çok yoruluyor malesef... Eğimden aşağıya bisikletle in, eğim bitince bisikleti yüklen ve elinde geri yukarıya taşı. Bir daha, bir daha :) Sabır... Az kaldı...

9 ♥ Bu noktadan sonra artık pedalları geri takıyoruz. Bir pedalı yere paralel noktaya getirip, hafif hafif üzerine ayağımızı koymaya başlıyoruz ama asla çevirmiyoruz. Diğer ayağımız yerde olduğu için hala dengemizi o ayakla sağlayabiliriz ve düşeceğimizi hissettiğimiz zaman hemen yere basabiliriz, endişeye gerek yok. İşte bu şekilde tek ayak yere paralel pedalda durur şekilde, kendinizi iyi hissedene kadar çalışın, öteki ayağınızı hafif hafif yerden kaldırın ve eğimin dengesine bırakın kendinizi. Arada sağ ayağınızı koyarken, bazen de sol ayağınızı koyun ve iki ayağınızda da ayrı ayrı dengeyi çalışın. Düşeceğinizi hissettiğiniz yöne doğru gidonu çevirmeyi unutmayın, asıl dengenizi bu "ters" mantık sağlayacak! İlk başta düşünerek yaptığınız bu hareket, daha sonraki adımlarda içgüdüsel ve otomatik bir hareket halini alacak.

10 ♥ Bu noktadan sonra büyük ihtimalle bir aşamada, eğimin bitip de yolun düzleştiği alanda gaza gelip pedal çevirmiş oluyorsunuz. Bir iki pedal da olsa, dengeniz hemen bozuluyor da olsa, yüzünüzde çocuk mutluluğuyla yeniden yokuşun başına çıkıyorsunuz. Aslında bu noktada bisiklet üzerinde durmayı öğrenmiş oluyorsunuz. Pedal konusunda kendinizi iyi hissettiğinizde (asla kendinizi zorlamadan, acele etmeden) ufak ufak pedal çevirmeye çalışmaya başlayabilirsiniz. İşte bu nokta yetişkinler için biraz daha tehlikeli oluyor. Çünkü ilk defa tam denge deniyorsunuz ve düşmek kaçınılmaz (Bkz: BEN). Tam da bu nedenle toprak zeminde çalışmak çok avantajlı oluyor.

11 ♥ Toprak zeminde pedal çevirebilir ve düşmez seviyeye geldiğinizde, artık beton ve eğimsiz bir zemine çıkma vakti geliyor. İlk başta çok yadırgıyorsunuz, düz zeminde dengede duramıyorsunuz... Sonuçta eğimsiz alanda bisiklete ilk ivmeyi sizin vermeniz gerekiyor ve o pedal basışını yaparken bir bakıyorsunuz ki dengeniz gitmiş, hooop devrilmece :) Ancak bu süre o kadar kısa ki... Belki 15 dakikada rahatlıkla kalkış yapabiliyor hale geliyorsunuz. Bu çalışma için geniş bir alan tercih etmenizi öneririm. Bunun için de büyük otoparklar çok uygun oluyor, rahatça hızlanılabiliyor, dönüşler çalışılabiliyor...

12 ♥ Tabiki tüm bu süreçlerde yanınızda destekçiniz, yeri geldiğinde sizi taşıyacak, bisikletle itecek, gidondan tutacak, moral desteği verecek birisi gerekiyor. Unutmayınız :)

Tüm bu adımları tamamladığınızda artık bisiklet kullanabiliyor oluyorsunuz, tebrikler! 


Tabiki her şey gibi bisiklet kullanmayı öğrenmek de bu kadarla bitmiyor :) Tecrübe edinmek, güvenli bir şekilde sürebilmeyi öğrenmek, manevra kabiliyeti edinmek, arabaların olduğu yerlerde kontrollü gidebilmek... gibi liste uzayıp gidiyor. Ancak bunlar çok daha kolay öğrenilebilir, çok daha hızlı atılabilir adımlar. Benim şuan bulunduğum notka da tam olarak burası... Mesela henüz dar yollarda kontrollü ve düz bir şekilde gidemiyorum, keskin dönüşlerde zorlanıyorum, yokuş çıkamıyorum, vitesleri öğrenmedim ve araçların bulunduğu alanlara çıkamadım. Ancak çalışmayla hepsini geliştireceğim ;) 

En son olarak da şunu söylemek isterim ki yukarıdaki adımları iki gün boyunca üçer saat çalışarak tamamladım. Yani yetişkin olmanız, daha evvel hiç bisiklete binmemiş olmanız asla önemli değil. Sabırla ve biraz da tedbirli olarak çalışınca çok rahat öğreniliyor.

Güzel, güvenli, özgür, doğa dostu, yüzünüze vuran rüzgarlı günlerde bisikletinizle keyifler dilerim. Her zaman dediğim gibi, yanınızda sevdiklerinizle beraber, güzel anılar oluşturarak geçirilen zamanlardan kıymetlisi yok ♥ Haydi, bisikletle güzel keşiflere çıkın beraber!

Sevgilerimle,

13 Ekim 2014 Pazartesi

30 Yaşımda Bisiklet Sürmeyi Öğrendim !!


Bayram tatilinin üzerine itinayla birleştirilerek izin alınmış ve tam hafta dinlenmiş bir çift olarak size günaydın demek isterim. Hiçbir yere gitmeden, koşturmadan, evde ve İstanbul'da geçirilen bir tatil mükemmel bir şeymiş :) İzinli olduğumuzda ne yapacağımızla ilgili net bir fikrimiz yoktu. Evde yapılacak işlerimizi halletmek, İstanbul'da normal zamanda gitmeye üşendiğimiz yerleri dolaşmak, evimizin yakınlarındaki ormanlık alanları gezmek, alışverişlerimizi keyifle ve uzun uzun yapmaktan başka bir şey gelmiyordu aklımıza.

Derken her şey bir bir öyle gelişti ki bu sene kendime hedef koyduğum "30 Yaşımda olsam da bisiklet sürmeyi öğreneceğim" hedefimi gerçekleştirebilmem için ilk adım olan "bisiklet alma" işini gerçekleştirmiş buldum kendimi.

Çarşamba günü alışveriş yapmak için İstanbul Forum Alışveriş Merkezi'ne gittik. Yorgunluk atmak için oturmuş kahve içerken Forum Alışveriş Merkezi'nin içerisinde ayrı bir mağaza şeklinde bulunan meşhur Fransız spor mağaza zinciri olan Decathlon mağazası gözümüze ilişti. Eşim de "Hadi şuraya da bakalım mı? Sana bisiklet de bakarız hem." dedi ve mağazaya girdik. Mağaza dediğiniz mağaza değil, hangar gibi yer. Öyle büyük ki, her tür spor için gereçler, kıyafetler mevcut... Büyüklüğü karşısındaki şaşkınlığımızın ardından bisikletlerin dizi dizi durduğu bölüme doğru ilerledik. İlgili satış yetkilisi hemen bizimle ilgilendi. Bir saat içerisinde benim için başlangıç seviyesine uygun, eşime ise onun tecrübesine daha uygun kalitede bir bisiklet alıp çıkmış bulduk kendimizi :) Eşimin mevcut bisikleti malesef ki saklama koşulları ve kullandığı senelerin ardından çok kötü bir hale gelmişti, değiştirme vaktiydi...

Ufacık çocuk heyecanıyla evimize gittik, bisikletlerimizi arka odamıza sıra sıra koyduk, uzun uzun seyrettik. Tek sorun, bisiklet sürmeyi bilmiyor olmamdı :)

Tatilimizin geri kalan günlerinde evimize 5 dakika mesafede bulunan ormanlık alanda çalıştık. Canım eşim tüm sabrıyla bana bisiklet sürmeyi öğretti ve çocukluk hayalimi gerçekleştirdi. Toplamda iki gün içerisinde (günlük yaklaşık 3 saatlik çalışmalarla), 30 yaşımda bisiklet sürmeyi öğrendim. Nasıl öğrendiğim konusunu ise bir sonraki yazımda sizlerle paylaşacağım. Şuan gururla söyleyebiliyorum ki bisikleti sürebiliyorum, dönüşleri kabaca yapabiliyorum, düşmeden hızlı ya da yavaş gidebiliyorum ama sadece dar yollarda henüz kontrollü bir şekilde düz gitmeyi başaramıyorum. Her uzmanlık için zamana ve tecrübeye gerek yok mu sonuçta... Zamanla, çalışmayla, yorulmadan azimle düşe kalka öğreneceğim ve eşimle hayalimiz olan beraber ormanda/sahilde bisiklete binmeyi ve yurtdışında bisikletle şehirleri gezmeyi başaracağım.


Bu süreçteki tüm desteği için hayat arkadaşım canım eşime bir defa daha teşekkür etmek istiyorum, çocukluk hayalimi gerçekleştirdi ♥ Bisiklet öğretmek, gerçekten sabır ve bir yandan da fiziksel kuvvet işi... Sonuçta öğrettiğiniz kişiyi yeri geldiğinde bisikletiyle beraber taşıyorsunuz, yanında koşuyorsunuz, bekliyorsunuz, moral veriyorsunuz... 

Artık hayatımda yeni bir sayfa açıldı... Eşimle beraber keşfedilecek yeni yerler, çekilecek farklı fotoğraflar, yüze vuracak mis gibi rüzgarlar, özgürce dolaşılacak şehirler var önümüzde.

1 Ekim 2014 Çarşamba

Ya Kitap Alacaksın ya da Sabun


Daha evvel bahsetmişimdir, tek çocuğum diye. Bu nedenle de abi ya da abla diye anacağım bir aile bireyi aranmış benim için. İki kuzenim var, birisi abim, diğeri de ablamdır. İyi ki de öyledir, sadece lafta tek çocuğum ben... Aynı apartmanda büyümemizin şansıyla gerçekten de abim ve ablam oldular benim, çok şanslıyım ♥

Velhasıl, başlıktaki "Ya kitap alacaksın ya da sabun!" sözü abime ait. Çok komik ve aynı zamanda da çok iddialı bir insan olduğunu anlatmama gerek yok sanırım :) Böyle bir söz nereden, hangi muhabbetten çıktı derseniz, anlatayım hemen.

Geçen haftasonu bir blog yazısıyla da sizlerle paylaştığım gibi eşimin ve annemin doğum günüydü (Evet, doğru tahmin, aynı gün). Biz de ailecek Cumartesi günü çay saatinde bir araya geldik, pasta kesip, birbirimizi kutladık, mutluluğumuzu paylaştık. Anneme ve eşime birer kitap almışlar, evet duyuyorum, mükemmel bir hediye! İkisi de hediyelerinden çok mutlu oldular. Hatta eşime aldıkları Einstein Bulmacası isimli kitaba ayrıca bayıldık, hakkında mutlaka ayrıca yazacağım sizlere.


Neyse hediyeleri verildi, mutluluklar havalarda uçuştu. İşte o an abim patlattı "İnsana hediye alacaksan ya kitap ya da sabun alacaksın! Riski yok... Kitabı okur ve sabunla da temizlenirsin. Sana mı düşmüş benim kıyafetime karışır gibi gömlek ya da don almak. Ben alırım istediğim gibi! Hem nereden bileceksin benim ne sevdiğimi, nasıl sevdiğimi!" :))


Süper bir tespit olduğunu düşündüm ve bayıldım! Elbet hepimiz, sevdiklerimize hediyeler alıyoruz. Karşımızdakinin ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz ya da kendimizce beğendiğimiz, bütçemize uygun şeyleri hediye ediyoruz. Ancak işin tam da abimin söylediği gibi olan bir tarafı var. En azından artık şanslıyız ki büyük dükkanlardan aldığımız hediyelerin içerisinde değiştirme kartı çıkıyor da üzerine olmazsa ya da beğenmezsen gidip değiştiriyorsun. 


Son dönemde bizim de tercih ettiğimiz hediye biçimi, bilhassa düğün/nişan/doğum günü gibi kutlama günlerinde ailemize ve arkadaşlarımıza büyük mağazaların hediye kartlar oluyor. Çocuk olmadığı müddetçe bilhassa Boyner'i tercih ediyoruz ki içerisinde her şey var. İster mutfak eşyası, ister kıyafet, ister kozmetik alınabiliyor. Ne ihtiyacı varsa alabilir ya da karta yüklenen miktar üzerine istediği kadar para ekleyip daha da başka bir şeyi de tercih edebilir. Böyle hediyelerin çok makbule geçtiğini düşünüyorum. Hani yeni evlinin evine Borcam götürmenin modası geçti artık, zaten herkesin her şeyi var ve evlenmeden önce tüm eksiklerini tamamlıyorlar. Kutusuyla beraber dolabın tepesine kalkacak bir şeye para veriyor olmak, hediye alan kişiye de dokunuyor...

Aynı şekilde nişanlanan çiftlere de mutlaka Paşabahçe ya da Boyner hediye kartı alıyoruz. Bu sayede evlerinin eksiklerini tamamlamalarına ufak da olsa bir katkımız olur. Hem altın alıp da iş çıkartmamak gerekiyor artık... Aradaki komisyon cebinden gidiyor, kişi altını bozdurmak için kuyumcuya gidince orada da değeri bir düşüyor, gerek yok... 

Bu hediye kartlarının bahsi geçince abim yine önemli bir detayı gösterdi, "Kartta da para konusu çok ön planda oluyor. Kartın üzerinde, içinde yüklü bulunan miktar çok batıyor göze. Değeri, parası oluyor." dedi ve çok da doğru dedi! Malesef öyle... Kişiselleştirilmiş, seçmek için bile olsa emek harcanmamış gibi görünüyor göze... Her şeye rağmen, dediğim gibi bilhassa düğün/nişan gibi çok para harcanarak altın almak zorunda olduğun kutlamalar için hediye kartı candır bence. Hem altını alırken de bir emek harcayıp, duygusal değer yüklemiyorum ki ;)

Tüm bu bıdı bıdılarımın ardından bağlayacağım lafı :) Gerçekten de kitap alalım birbirimize, doğum günlerimizde ya da içimizden geldiğinde... Okuyalım, okutalım... Bir de sabun alalım "Pissin oğlum sen! Al biraz temizlen!" niyetiyle değil tabi ama şöyle yeşil, doğal, kalıp köy sabunu mesela... Elbet kullanılır, elbet banyodayken çıkan yeşil zeytinyağının kokusu sarınca etrafı, teşekkür edilir içinden...